Savaş ve Barış karşıtlığında saf tutma, doğaya, insana ve değerlerine bakışla ilgili bir sorundur.
Savaş zor kullanmanın en uçtaki boyutudur. Zor kullanmanın nedenleri arasında esas olan da, genel olarak "ekonomik çıkar" düşüncesidir.
Öyleyse, ekonomik çıkar temelli bir dünyada, yapılması gereken, ekonomik çıkar temelli dünyanın, insan ve değerlerine saygı temelli bir dünyaya dönüşümünü sağlamaya çalışmaktır.
Böyle bir dünyanın temelleri için ilkeler, en başta ve hala, "özgürlük, eşitlik ve kardeşliktir".
Savaş karşıtlığında, Einstein gibi bir tavra,
Barışın tesisi ve sürekliliği için, Kant gibi filozofça analize ve öngörülere,
Dünya nimetlerinin adil dağılımı için, Marks gibi iktisadi ve felsefi bakışla, en fazla kar düşüncesine dayalı yürürlükteki dünya sisteminin temellerinin yeniden sorgulanmaya ve yapılandırılmaya, gereksinme var.
Düşünsel temelleri 200 yıl önce Kant tarafından atılmış olan Birleşmiş Milletler sisteminin yeniden temellendirilmesi, dünyanın ekonomik ve sosyal kaynaklarından adil yararlanma ilkesinin yaşama geçmesi, Birleşmiş Milletler sisteminde ülkelerin eşitsiz temsiliyetine son verilmesini gerekli görüyoruz. Konu ile ilgili olarak Mısırlı bilim adamı Samir Amin'in başlattığı ve Kant'ın bir dünya hükümeti kurulmalıdır şeklindeki düşüncesinin izlerini taşıyan görüşleri çok önemlidir.
Birleşmiş Milletler, dünyada ve her bir ülkede, Barış düşüncesinin egemen olmasını kuruluş şartında temel amaç olarak saptamakta idi (1945). 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi de, Başlangıç maddesinde Barış'a göndermede bulunmakta idi. Bir daha savaşların yaşanmaması için Bildiri'de yer alan ilkeler ve değerlere uygun bir dünya sistemi ve her bir ülkedeki hukuk düzenlemeleri ve uygulamaları öngörüyordu.
Ne ki, dünyada barış ve her bir ülkedeki barış düşüncesi konusunda, ileri adımların atıldığını söylemek olanaklı değildir. Bugün dünyanın 55 noktasında, düşük yoğunluklu savaş olarak nitelenen durum yaşanmaktadır. Yeryüzünde kurulu 206 devlet arasında, eşit olmayan ilişkiler olduğu gibi, dünyadaki toplam gelirin % 80'nin dünya nüfusunun % 20 sini oluşturan kesime aktarıldığı bir olgudur. Geri kalmış ülke halklarının her geçen gün artan yoksullaşma yaşadığı bilinmektedir. Dolayısıyla, adil olmayan bir uluslararası hukuk düzeninde Barışı tesis etmek ve sürekliliğini sağlamak da olanaklı değildir.
Ülkemizdeki durum dünyadaki sistemle koşutluk taşımaktadır. Bölgeler ve toplum kesimleri arasındaki gelir elde etme ve adil olmayan dağıtım-paylaşım açısından ürkütücü ve toplumsal barışı tehdit eden gelişmeler yaşanmaktadır. Toplumun büyük çoğunluğu, yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. 65 milyon nüfusun 6 milyonu, "mutlu azınlık" , geri kalan % 90 nüfus nerede ise, "öteki" konumundadır. Sosyal adalet ilkesi hergün yeniden ihlal edilmektedir. Çalışanların, köylü nüfusun ve küçük üreticilerin, ülkemizin ulusal gelirinden aldığı pay her geçen gün azalmaktadır. Türkiye geneli için, çalışabilir nüfus içindeki işsizlik oranı % 20'lerde seyretmektedir. Bu oran Güneydoğu Anadolu Bölgesinde % 50'ler düzeyinde seyretmektedir. Bir ülkede, ulusal gelirden 300-400 dolar alan bölgeler, kentler yanında 10-12 bin dolar alanlar varsa, her iki durumda aynı kent içinde de çeşitli toplum kesimleri arasındaki kişi başına ulusal gelir makası uçurum düzeyinde açılıyorsa, o ülkede, ciddi bir ekonomik ve sosyal kriz var demektir. Sosyal adalet ilkesi açısından, bu, ülkemizin durumudur.
Son 10 yıl içinde, Güneydoğudaki silahlı çatışma ortamında yitirdiğimiz ve asla para ile ölçülemeyecek can kaybımızın yarattığı acı ve zarar yanında, ülke kaynaklarının yaklaşık 100 milyar doları; Körfez savaşından kaynaklı olarak, BM'nin Irak'a uyguladığı ambargo nedeniyle de doğan zarar 100 milyar dolardır. Demek ki, hem devletlerarası savaş, hem de, düşük yoğunluklu savaş olarak da nitelenen silahlı çatışmalar, ülkelerin insan ve diğer maddi kaynaklarının tükenmesine ve insan ihtiyaçlarının karşılanması için seferber edilmesi gereken kaynakların ayrılmamasına yol açmaktadır. Belirtilen durum, başka pek çok sonuçlar yanında, yoksullaşma sürecini hızlandırmakta, insan haklarının kullanımını engellemekte ve o ülkede otoriter-totaliter sistemlerin yerleşmesine veya sürekliliğine yol açmaktadır.
1 Eylül Dünya Barış günü nedeniyle, barış hakkının, diğer insan hakları gibi, bir insan hakkı olduğuna vurgu yapmak istiyoruz.
Her bir ülkedeki iç barışı, toplumsal barışı tehdit eden en önemli konunun, insan haklarına dayalı siyasal-hukuksal sistemin yokluğu olduğunu saptıyoruz.
O nedenle de, ülkemizde ivedilikle,
1 Eylül Dünya Barış gününde, tüm dünya halklarına ve Türkiye toplumuna, insan onuruna uygun, barış, huzur ve esenlik dolu yaşantılar dileriz.
Hüsnü Öndül
Genel Başkan