Bundan tam 30 yıl önce, 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi Merkez Binası’ndan çıkan solcu öğrencilere yapılan bombalı ve silahlı saldırı sonucunda 7 öğrenci ölmüş 41 öğrencide yaralanmıştı. Ülkeyi 12 Eylül askerî darbesine götüren sürecin en kritik basamaklarından olan bu katliamın davası, gerçekler tümüyle açığa çıkarılamadan ve adalet sağlanamadan zaman aşımı gerekçesiyle düştü.
Katliamın ardından İstanbul 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde açılan davada beş ülkücü yargılandı. Dört sanık hemen, bir sanık ise 4,5 yıl sonra beraat etti. Daha sonra olayın sanıklarından Zülküf İsot adlı kişi, yine olayın sanıklarından Latif Aktı tarafından öldürülmüştü. Katliamın üzerinden 17 yıl geçtikten sonra Zülküf İsot’un ailesinin verdiği bilgiler doğrultusunda Mustafa Doğan, Latif Aktı ve Özgün Koç adlı kişiler hakkında İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde “taammüden adam öldürmek ve yaralamak” suçundan yedi kez idam istemiyle dava açıldı.
Bu katliamın davasının önceki gün İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “münferit bir olay” olarak değerlendirilerek, zaman aşımı gerekçesiyle düşürülmesi, kamu vicdanını ağır biçimde yaralayan, adalete olan inancı sarsan niteliktedir.
Oysa davanın önceki aşamalarında gerek sıkıyönetim mahkemesi gerekse ağır ceza mahkemesi tarafından olay “bir suç örgütü tarafından karşıt görüşlü kişilerin toptan yok edilmesi” eylemi olarak değerlendirilmişti.
Maalesef Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca bu ülke topraklarında yaşayan tüm halklara, farklı inanç ve kültürlere, her türden muhaliflere yönelik benzeri pek çok katliamlar, faili meçhul cinayetler, siyasî suikastlar gerçekleştirilmiştir. İnkâr, ayrımcılık ve yok etme amaçlı bu tür örgütlü eylemler milliyetçi, ırkçı ve militarist devlet zihniyetinin bir “idare Tekniği”nden başka bir şey değildir.
Bu “idare tekniği”, mahkemenin aldığı böylesi kararlar gibi örtbas etme uygulamaları sonucunda bir yandan cezasızlığa yol açarak hak ihlallerini meşrulaştırmakta ve arttırmakta, diğer yandan da gerçeklerin karanlıkta kalmasını sağlayarak toplumun “geçmişini unutmasına” ve “belleksizleşmesine” neden olmaktadır.
Bu nedenledir ki, Hrant Dink ve Malatya cinayetlerinden, Engin Çeber’in işkence sonucu öldürülmesine kadar irili ufaklı pek çok yok edici hak ihlali pervasızca gerçekleşebilmektedir.
Bu nedenledir ki bu tür katliam, faili meçhul, siyasî suikast ve linç olaylarının “bir daha asla” gerçekleşmemesi için ayrımcı, yok edici nefret suçlarını en ağır biçimde cezalandıracak düzenlemeler yapılmalı ve bu suçlar hiçbir şekilde zaman aşımına uğramamalıdır. Bundan da öte, onur ve vicdan sahibi herkese bu ülkenin şiddet ve acı dolu gerçekleri ile yüzleşme cesaretini ve kararlığını gösterme sorumluluğu düşmektedir. Ancak böylelikle hakikati ortaya çıkarmak ve adalete ulaşmak mümkün olabilir.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ | TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI |