Türkiye 21’inci yüzyılın ilk senesini, ağır bir insan hakları ihlali ile insanlığa karşı işlenmiş bir suç ile karşılamıştı. “Hayata Dönüş” adıyla 19 Aralık 2000 yılında cezaevlerinde yürütülen kanlı operasyon, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra darbeci generallerin işlediği suçlara denk bir suç işlendi. Hiçbir hukuki norma uyulmadan 20 cezaevinde yürütülen operasyon neticesinde tutuklu ya da hükümlü olarak mahpushanelerde tutulan 29 kişi katledildi.
Hikmet Sami Türk bakanlığındaki dönemin Adalet Bakanlığı, Sadettin Tantan bakanlığındaki dönemin İçişleri Bakanlığı, Aytaç Yalman komutanlığındaki dönemin Jandarma Genel Komutanlığı birlikte yürüttükleri operasyona bugünkü Türkiye’de örneklerini bol bol gördüğümüz bir ters çevirme işlemi eşliğinde imza atmışlardı. Ölümle sonuçlanan, öldürmeyi hedefleyen bir eyleme “Hayata Dönüş” adını vermişlerdi. Üç yetkili makam da yaptıklarının bilincinde oldukları için operasyonun doğrudan sorumluluğunu hiçbir zaman almadılar, bunun yerine “Bu bir devlet kararıydı, MGK’da kararlaştırıldı” gibi sözlerle bir katliamı basit bir teknik meseleymiş gibi göstermeye çalıştılar. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit, yardımcıları da Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz’dı.
Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarından önceki dönemde işlenen bu insanlığa karşı suç fiiline olumlu baktığını 2004 yılında dönemin Ceza ve Tevfik Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’a “üstün Hizmet Madalayası” takdim ederek ortaya koydu. Oysa aynı devletin mahkemeleri, bütün politik baskılara rağmen, yapılanın hukuksuzluğunu kararlarında dile getirmek zorunda kalmıştı. Örneğin Hacer Arıkan’ın açtığı davada Danıştay 10’uncu Dairesi, 23 Ocak 2014’te devletin tazminat ödemesi gerektiğine hükmederken, olan bitenin hukuki özünü açıkça ortaya koymuştu:
“Pasif direnişteki mahkûm ve tutukluların can güvenliğinin sağlanması yönünde gerekli önlemler almayan idarenin ağır hizmet kusuru bulunmaktadır.”
Dönemin yetkililerin, “tutuklu ve mahkûmların ateş açtığı”, “koğuşları ateşe verdiği” türünden beyanlarının tamamının zaman içinde doğru olmadığı ortaya çıktı. “Sahte oruç kanlı iftar” türü başlıklarla dönemin ana akım medyası da bu suçun ortaklığını yaptı. Neticede Türkiye AiHM’de birden fazla kere mahkûm olduysa da “cezasızlık” prosedürü bu insanlığa karşı suçta da hep yürürlükte oldu. Sorumluların adil biçimde yargılanmasından hep kaçınıldı.
İnsan hak ve özgürlüklerine ilişkin mücadelelerde temel kuraldır: Devletten sadır olan ve yargı önünde hesabı sorulmamış her fiil, ilerde işlenecek daha büyük insan hakları ihlallerinin, suçlarının kapısını açar. Türkiye, insanlığa karşı suçlarda zaman aşımının işlemeyeceğini kabul etmiş ülkelerden biridir. Şu an Türkiye’yi yönetenler her ne kadar devletin kabul ve ilan etmiş olduğu hukuka, başta anayasa normları olmak üzere, uymuyorsa da bir insan hakları mücadelesini yürütenler olarak çağrımızı yapmakta yarar görüyoruz: 19 Aralık operasyonunda adil yargılamanın önündeki engelleri kaldırın.
Bu suçun 18’inci yılında suç fiilini ve faillerini bir kere daha kınıyoruz, tarihin ve hukukun önünde, vicdanlarda aklanmaları mümkün değildir. Hukuksuzluğu koruyan herkes, o hukuksuzluğun yol açtığı ihlallerin ve şiddetin zararını bir gün mutlaka görecektir. Hukukun üstünlüğü ve temel insan haklarına saygı olmadan ülkenin ve toplumun geleceği karanlık kalacaktır.
İnsan Hakları Derneği, 16-17 Kasım 2002 tarihlerinde gerçekleştirdiği Genel Kurulu’nda tutuklu ve hükümlülerin insan haklarına saygı gösterilmesi, insan onuruna uygun koşullarda yaşamalarının sağlanması ve kamuoyunda hapishane sorunlarına dikkate çekmek amacıyla 19 Aralık gününü “Cezaevlerinde İnsan Hakları İçin Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak ilan etme kararı almıştır. Bizler, insan hakları savunucuları olarak, hapishanelerde yaşanan hak ihlallerini kamuoyunda paylaşmaya devam edeceğimizi, ihlallerde sorumluluğu bulunanların cezalandırılması için mücadelemizi sürdüreceğimizi bir kez daha belirtmek isteriz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ
Merkezi Hapishaneler Komisyonu