İnsan Hakları Derneği tarafından hazırlanan 2002 yılı insan hakları raporunu kamuoyuna açıklamak için düzenlediğimiz basın toplantısına hoş geldiniz. Derneğimizin Şubelerine yapılan başvurulardan ve çeşitli yazılı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında hazırladığımız rapor, Türkiye'de yaşanan hak ihlallerinin ancak bir kısmına ışık tutabilmektedir. Ancak bu açıklamanın ekinde sunulan bilanço ve raporda yer alan konular Türkiye'deki rejimin niteliğine ilişkin bir çerçeve sunabilmektedir.
Yasama faaliyetleri
Türkiye'de 2002 yılında çok önemli yasama faaliyeti gerçekleştirildi. Üç ayrı uyum paketi adı altında 6 Şubat (1. uyum paketi), 26 Mart (2. uyum paketi) ve 3 Ağustos 2002 (3. uyum paketi) tarihlerinde çeşitli yasalarda değişiklikler yapan yasalar kabul edildi.
Bu değişiklikler aşağıdaki 19 yasada yapılmıştır:
Türk Ceza Yasası, Kaçakçılığın Men ve Takibi Hakkında Kanun, Orman Kanunu, Askeri Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulü Kanunu, Basın Kanunu, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Dernekler Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, İl İdaresi Kanunu, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu, Siyasal Partiler Kanunu,Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu, Vakıflar Genel Müdürlüğü Kanunu, Vakıflar Kanunu.
Yapılan değişiklikler arasında, ölüm cezasının barış döneminde kaldırılması, Türkiye'de konuşulan dillerle ilgili olarak, bu dillerin kurslarda öğrenilmesine ve radyo ve televizyonlarda bu dillerle yayın yapılmasına olanak sağlanması, yine bazı yasalarda yer alan kanunla yasaklanmış dil ibarelerinin kaldırılması, gözaltı sürelerinin 4 günle sınırlandırılması, cemaat vakıflarının mülk edinebilmesi alanında değişiklikler yapılması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları nedeniyle yargılamanın yenilenmesi olanağının tanınması çok önemli adımlardır.
2002'de ele alınan yukarıdaki yasalardan bazıları, 2002 yılının sonunda 4. uyum paketi olarak yeniden değiştirilmiş ve değişiklikler de 2 Ocak 2003 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Yasa değişikliklerinin büyük bir çoğunluğu ölüm cezası hariç doğrudan yasa uygulayıcılarının ( idari organlar ve yargı) pratiği açısından önem taşımaktadır. Ancak öncelikle değinmemiz gereken konu değişiklik sürecinin seyri ile ilgilidir.
Bu süreçte, bazı yasaların bazı maddeleri birden fazla değişikliğe uğramıştır. Örneğin, Türk Ceza Yasası'nın 159. maddesi 1. ve 2. uyum paketlerinde, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 327. maddesi ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 445. maddeleri 3. ve 4. uyum paketlerinde, DGM Yasasının 16. maddesi 1. ve 4. uyum paketlerinde, Vakıflar Kanununun 1. maddesi 3. ve 4. uyum paketlerinde, Dernekler Yasasının 5 ve 6. maddeleri ise 3. ve 4. uyum paketlerinde tekrar değişikliğe uğratılmıştır. Bu konudaki en çarpıcı örnek ise Dernekler Yasası'nın 11 ve 12. maddeleri konusunda alınan tutumdur. Dernekler Yasasının 11 ve 12. maddeleri 2. uyum paketi ile 26 Mart 2002 tarihinde yürürlükten kaldırılmış, dört ay sonra 3. uyum paketi ile aynı maddeler 3 Ağustos 2002 tarihinde tekrar yürürlüğe konmuş, beş ay sonra 2 Ocak 2003 tarihli 4. uyum paketi ile tekrar yürürlükten kaldırılmıştır. Böyle bir seyir, demokrasi ve insan hakları standartları konusunda açık, net ve kararlı bir tercihte bulunulmaktan kaçınıldığını ortaya koymaktadır. Yapılmak istenenin kimi kez kozmetik değişiklikler olduğu çok açık bir biçimde görülmektedir. Bu değişikliklerin bu kadar kısa dönemlerde tekrar değiştirilmesinin başka bir anlamı bulunmamaktadır. İzlenen yöntemlerden birisi de daha alt hukuksal düzenlemelerle, yasaların tanıdığı hakların sınırlandırılması yoluna gidilmekte oluşudur. Bu konuda, iki yönetmelik örnek olarak gösterilebilir. Bunlardan ilki, Türkiye'de konuşulan dillerin özel kurslarda öğrenilmesi ile ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Kurslarla ilgili hazırlanan yönetmelik, yasayla tanınan hakkın, pratikte kullanılamaz hale getirilmesine örnektir. Ayrı bir bina, ayrı başvuru prosedürü ve personelde aranan nitelikler, bu alanda aradan 6 ay geçmiş olmasına karşın tek bir başvurunun bile yapılamaması sonucunu doğurmuştur. İkinci örnek ise, radyo ve televizyonlar konusunda RTÜK'ün çıkardığı yönetmeliktir. RTÜK, yasaya aykırı olarak, konuşulan diller konusunda tekel yaratarak ve özel televizyonlara yasak getirerek, yayın yetkisini TRT'ye tanımıştır. RTÜK kendisinin denetleyemediği bir kuruma yasanın öngörmediği bir yetkiyi devretmiştir. Ayrıca yasada yer almayan yayın saati sınırlaması yoluna gitmiştir. Türkiye'de 26 yerel dil konuşulmaktadır. Haftada iki saat televizyonlarda yayın yapılabilmesi ve 4 saat radyo yayını yapılabilmesi, hakkın kullanılmasına engeldir.
4. uyum paketinde insan hakları açısından, özellikle işkencenin önlenmesinde çok önemli adımlar atılmış olmakla birlikte (verilen cezaların ertelenmemesi ve para cezasına çevrilememesi gibi) bir konuyu tekrar anımsatmak istiyoruz. 2 Ocak 2003 tarihli 4. uyum paketinde, DGM kapsamındaki suçlardan gözaltına alınanların ilk 48 saat avukatlarıyla görüşmesini yasaklayan 16. maddenin 4. fıkrası yürürlükten kaldırılmaktadır. Böylece DGM kapsamındaki suçlardan gözaltına alınanlar da artık avukatlarıyla görüşebileceklerdir. Ancak, Türk hukukunda avukatlarıyla görüşebilme ile avukatın hukuksal yardımından yararlanma ayrı ayrı süreçler olarak düzenlenmektedir. Burada dil oyununa başvurulmaktadır. DGM kapsamındaki kişilerin ifadeleri alınırken yanlarında avukat bulunamayacaktır. Çünkü, 1992 yılında yürürlüğe giren 3842 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK) değişiklikleri, 31. maddesi ile DGM kapsamındaki suçları ayrık tutmuştur. Dolayısıyla hem adil yargılanma ve savunma hakkı, hem kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ve hem de işkence yasağı açısından 31. maddenin mutlaka yürürlükten kaldırılması gerekmektedir. Bir ülkede bazı insanlar için eski, bazı insanlar için de yeni yasa uygulamasından vazgeçilmelidir.
Değerli basın mensupları,
Yapılan yasal değişiklere karşın Türkiye'nin insan hakları durumunda, uygulamada köklü değişikliklerin yaşandığını söylemek olanaklı değildir. Bilindiği gibi, İHD,1999 yılından beri, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne aday ülke ilan edilmesinin ardından süreci yasal değişiklikler ve uygulama açısından karşılaştırmalı olarak izlemektedir. İki temel hak kategorisini, işkence yasağı ve ifade özgürlüğü hakkını özel olarak analiz etmekteyiz.
İşkence yasağı açısından 4 yıl:
İHD verilerine göre 1999 yılında 594 kişi, 2000 yılında 594 kişi, 2001 yılında 862 kişi ve 2002 yılında 876 kişi işkence ve kötü muameleye maruz kalmıştır.
İHD verilerine göre son dört yılda Türkiye'de 2926 kişi işkence görmüştür. Bu durum her gün yaklaşık iki kişinin işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını da göstermektedir. Sayın Adalet Bakanı Cemil Çiçek, CHP Ankara Milletvekili Sayın Yakup Kepenek'in soru önergesine verdiği yanıtta ise, son üç yılda 4600 kişinin işkence gördüğü için cumhuriyet savcılıklarına başvurduğunu bildirmektedir. Sayın Bakanın verdiği bilgi savcılıklara cesaret edip başvuruda bulunanlarla ilgilidir ve ne kadar vahim bir durumun olduğunu ortaya koymaktadır. Sayın Bakanın verdiği bilgi açısından cumhuriyet savcılarının tasarrufları ayrıca yorumlanmaya açıktır. Zira işkence ilgili şikayet başvurularının yaklaşık % 80'ni yargı önüne götürülmemekte ve görevsizlik, yetkisizlik ve takipsizlik kararları verilmektedir. Yargılanamazlık, cezalandırılamazlık açısından sistemin gözden geçirilmesi gereği çok açıktır.
16 yıldır yinelediğimiz gibi, işkencenin önlenmesi için en yüksek politik iradeye gereksinme vardır. Yasal, yargısal, idari ve eğitsel önlemler hızla ve etkili bir biçimde alınmalıdır.
<İfade özgürlüğü hakkı açısından 4 yıl:
İHD verilerine göre, 1999 yılında 166 kişi hakkında, 2000 yılında 468 kişi hakkında, 2001 yılında 3473 kişi hakkında ve 2002 yılında 2498 kişi hakkında, düşüncelerini açıkladığı için dava açılmıştır.
Cumhuriyet Savcılarının ve Türkiye yargısının ifade özgürlüğü konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından geliştirilmiş olan standartları gözetmeleri durumunda sorunların en aza ineceği kanısındayız. Ancak burada kabul edilemez hukuk pratiklerinden birisine de değinmek zorundayız. İfade özgürlüğü alanında, bir madde kötü bir ün kazandığında, -örneğin Terörle Mücadele Kanunun 8. maddesinin çok sık uygulanmasıyla görüldü bu durum- bir başka maddenin örneğin 312. maddesinin çok sık uygulanmasına geçilmektedir. O madde de iç ve dış kamuoyunda gündeme yerleştiğinde bu defa başka bir madde gündeme getirilmektedir. Türk Ceza Yasasının 169. madde işte böyle bir yorumla uygulanan maddelerden birisidir. Silahlı örgütlere yardım ve yataklığı ve faaliyeti kolaylaştırma suçunu düzenleyen bu madde, dilekçe veren ya da bir panelde konuşma yapan insanlara uygulanmaktadır. Bu maddenin uygulamasından insan hakları savunucuları da paylarını almaktadır. Örneğin İHD Ankara şubesi yöneticileri 3 yıldır, ölüm oruçları ve cezaevleri konusundaki çalışmalarıyla ilgili olarak bu maddeden yargılanmaktadır. 19 Aralık cezaevleri operasyonunu, "katliam" olarak nitelendirdiği için, İHD İstanbul şubesi başkanı Kiraz Biçici 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasıyla cezalandırılmıştır.
İfade özgürlüğü alanında, yasal değişiklikler yanında uygulayıcılarda da zihniyet değişimine gereksinme olduğu açıktır.
Değerli basın mensupları,
2002 yılının sonuna doğru 30 Kasım 2002 tarihi itibariyle OHAL son iki ilde de kaldırılmıştır. Böylelikle bölgenin 24 yıllık olağanüstü yönetim usulü ile yönetilmesi sona ermiştir. Ancak, ortada fiili bir durum da vardır. Koordinatör Valilik uygulaması hukuk dışı bir uygulamadır. Şeylerin adının değişmesi niteliklerinin de değişmesi anlamına gelmemektedir. Hukuk devletlerinde idarelerin yetkileri, anayasa ve yasalarla belirlenir. Genelgelerle ya da bakanların yetki devri ile değil. O nedenle İçişleri bakanının Koordinatör Vali atama doğrultusundaki tasarrufu hukuka uygun değildir.
OHAL büyük acılar ve hukuk dışı uygulamalar sürecinden sonra sona ermiştir. Bunlardan en önemlisi, zorunlu göç uygulaması olmuştur. Kasım 2002 tarihi itibariyle, OHAL Valisinin açıklamasına göre, toplam 51 bin yurttaş köyüne dönüş yapmıştır. Resmi açıklamalara göre yaklaşık 500 bin kişinin zorunlu göçe tabi tutulduğu düşünülürse, göç etmek zorunda bırakılanların ancak %10'nun geri dönüş yapabildiği anlaşılmaktadır. Resmi açıklamalara göre 3428 köy boşaltılmıştır. Bu rakamlar İHD verilerine göre, 3688 köy ve mezranın boşaltılması ve 3 milyondan fazla insanın göç etmesi biçimindedir. Koruculuk uygulaması da devam etmiştir ve yaklaşık 60 bin korucu bulunmaktadır. Koruculuk sisteminin tasfiye edilmemiş olması, köye geri dönüşün önündeki en önemli engellerden biri olarak durmaktadır. Bunun yanı sıra kara mayınları ve sahipsiz patlayıcılar da yaşam hakkını tehdit etmeye devam etmektedir. Düşüncemize göre, Kürt sorunun çözümü köklü demokratikleşme adımları ile olanaklıdır. Bu adımların, ekonomik ve sosyal boyutları elbette yadsınamaz ve bunlar bir bütün oluşturur. 9 Mayıs 2000 tarihinden beri uygulandığı söylenen, ancak bütçesi ve kimler tarafından uygulandığı bilinmeyen 107 maddelik "Güneydoğu Eylem Planı" gibi planlarla olumlu sonuçların alınması olanaklı değildir ve sonuçlar da ortadadır. O nedenle, bölge insanının oluşumuna katıldığı, açık, demokratik, kalkınma, gelişme ve kültürel plan ve programların gündeme alınması şarttır. Fiili OHAL uygulamalarından vazgeçilmelidir.
Sayın basın mensupları,
19 Aralık 2000 tarihli cezaevleri operasyonunun ardından devam eden ölüm oruçları 2002 yılında da sürmüştür. Pek çok insan yaşamını yitirmiştir. F Tipi cezaevleri tecrit koşulları taşımaktadır ve bu koşullar halen sürdürülmektedir. Adalet Bakanlığı tecrit politikasından vazgeçmelidir. Tecrit, son günlerde İmralı adasında tutulmakta olan Abdullah Öcalan özelinde yeniden güncel bir konu olarak gündeme gelmiştir. Öcalan da ağırlaştırılmış tecrit koşullarında tutulmaktadır. Son üç ayda buna avukat ve ailesi ile görüşememe sorunu da eklenmiştir. İHD olarak herkese hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde yaklaşılmasını ve öyle muamele yapılmasını istemekteyiz. Hukuksal olanaklardan Öcalan da yararlanmalıdır. Hukuk devleti olmanın gereği budur. Dolayısıyla, görüş olanakları açısından deniz ulaşımına daha elverişli aracın tahsisi, iletişim ve benzeri olanakların tanınması, yasaların genelliği ve eşit uygulanışı açısından gereklidir.
3 Kasım 2002 seçimleri, seçim ve siyasal partiler yasalarındaki anti demokratik kurallar çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Türkiye demokrasinin siyasal yasaklarla örüldüğü bir kez daha görülmüştür. Düşünce suçları nedeniyle pek çok kişi siyasi haklarını kullanamamıştır. Yüksek barajlar, toplumun farklı kesimlerini yasama organı dışında tutmuştur.
AB sürecinde, ulusal programda yer alan taahhütlerden hukukun üstünlüğü alanında yalnızca avukatlık yasa değişikliği gerçekleştirilmiştir. Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayacak ve yargıçlara yargıçlık güvencesi sağlayacak yasalar çıkarılmamıştır. Pek çok kez vurguladığımız gibi insan hakları, hukuk yoluyla ve demokratik kamuoyunun gücü yoluyla korunur. Hukuksal korumada ise, yargısall koruma temeldir. O nedenle, hızla hukukun üstünlüğü alanında yeni düzenlemeler gerçekleştirilmelidir.
Yine AB sürecinde üzerinde en çok durulan konulardan biri olan sivil otoritenin üstünlüğü ilkesi alanında, 2002 yılında hiçbir gelişme yaşanmamıştır. Hatta öyle ki, bırakalım siyasal alanın sivil otoriteye bırakılması gereğini, sivillerin Askeri Mahkemelerde yargılanmasına olanak sağlayan 353 sayılı yasanın 11. maddesi de değiştirilmemiştir.
Sayın basın mensupları,
İHD savaş karşıtı duruşunu her aşamada sergilemiştir. ABD'nin Irak'a yönelik savaş, saldırısı ve işgal planlarına karşı çıkıyoruz. Türkiye'nin hiçbir biçimde savaşta taraf olmamasını istiyoruz. Devlet olarak sorunların barışçıl çözümünü her şart altında zorlamasını istiyoruz. Ülkemizin topraklarının, hava ve deniz limanlarının komşumuza yapılacak bir saldırı için ABD'ye açılmasını onurumuza yapılmış saldırı kabul ediyoruz. Göç ve benzeri gerekçeler öne sürerek, komşu bir ülkenin topraklarına Türk silahlı Kuvvetlerinin konuşlandırılmasına karşı çıkıyoruz. Her ulus kendi ulusal güvenliği, ulusal egemenliği kadar, başka ulusların egemenliği ve güvenliğine de saygı göstermek zorundadır. Dolayısıyla, Türk silahlı kuvvetlerinin Türkiye cumhuriyeti sınırları dışında savaş pozisyonu alması ve başka ülkelerin topraklarında konuşlanması kabul edilemez. O nedenle TBMM'ni, olası tezkereyi reddetmeye davet ediyoruz.
İnsan Hakları Derneği