Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni, bundan 60 yıl önce, 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ve ilan etmişti.
• Bildirge’nin kabulü ve insan haklarının evrenselliği fikri insanlık açısından büyük bir kazanımdır.
• Bildirge, içerdiği değerlerle ve gösterdiği hedeflerle hala kutup yıldızı işlevini görmektedir.
• Bildirge, insan hakları savunucuları açısından manevi bir otorite sayılır.
• Devletler açısından da teknik olarak normatif değeri ne tür nitelemeye tabi tutulursa tutulsun, sonuç olarak hukuksal değeri yadsınamayacak bir belge olarak kabul edilmektedir.
• Bildirge, tüm insanların eşitliğini vurgular. Bu eşitlik, onur ve haklarda eşitliktir.
• Bildirge, insan onurunun korunması için, adil ve kalıcı bir barış için, Bildirge’de yer alan haklara ve özgürlüklere dayalı toplumsal ve uluslararası düzenin şart olduğunu ve böyle bir sisteme sahip olmanın insan hakkı olduğunu vurgular.
• Barış ile insan hakları ve özgürlükler arasında doğrudan bağlantı kurar.
Aradan geçen 60 yıla karşın, dünyada, ne yazık ki Evrensel Bildirge’de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen oluşturulamamıştır.
Bugün dünyamız hala ülkeler ve halklar arasındaki eşitsizliklerin egemen olduğu bir dünyadır. Dünya halklarının eşitliği vazgeçilmez bir değerdir ve bu değer yaşam bulmalıdır. Oysa 21. yüzyılda hala ülkelerin ve halkların aşırı kar hırsıyla sömürülmesi için darbeler, işgaller gerçekleştirilmekte, saldırı savaşları çıkarılmaktadır.
Bugün tüm dünyanın acil talebi hak ve özgürlüklere dayalı olarak barışın tesis edilmesidir. Hak ve özgürlükler, en başta dünya kaynaklarının adil paylaşımına ilişkindir. İnsan onurunun korunmasına ilişkindir. Bugün dünyada 980 milyon insan, günde 1 (bir) ABD Doları’nın altında gelir elde edebiliyor. Aşırı yoksulluk altındaki bu insanlar barınma, beslenme, giyim, düzgün bir işte çalışma, sağlık ve eğitim gibi birçok temel haktan yoksun durumdadırlar. Yoksulluk, insan haklarının kullanımına engeldir. Yoksulluğun kendisi başlı başına bir insan hakkı ihlalidir. Öyle görünüyor ki halen tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz, yoksulluğu daha da arttıracak dolayısıyla hak ve özgürlüklerin kullanımı daha da zorlaşacaktır. Bu bakımdan dünyanın daha adil bir ekonomik ve sosyal düzene ihtiyacı olduğu açıktır.
Toplumlar, neo-liberal politikaların sebep olduğu eşitsizlikten, yoksulluktan, gelecek beklentilerinin belirsizleşmesinden kaynaklanan ‘sahici’ güvenlik’ kaygıları yaşarken devletler, bu kaygıları göz ardı etmek ve kendi meşruiyetlerini yeniden üretmek için özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra “terör” tehdidini olağanüstü boyutlarda işleyerek tüm dünyayı bir güvenlik “paranoyası” içine sokmuşlardır. Yarattıkları bu küresel ruh halini gerekçe göstererek bir yandan polisiye önlemleri artıran, militarist ve otoriter yönetim anlayışını güçlendiren devletler, diğer yandan da toplumları “özgürlük mü, güvenlik mi?” ikilemiyle karşı karşıya bırakarak gerçekleştirdikleri hak ihlallerine onay vermeye zorlamaktadırlar. Kısacası devletlerce istisna halinin kurumsallaştırıldığı bu küresel olağanüstü hal rejimi bizi kaygılandırmaktadır.
10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde, Türkiye için de sözümüz var. Türkiye’nin yıllardır değişmeyen temel sorunu insan hakları ve demokrasi sorunudur.
Çünkü demokrasi, Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı Viyana Belgesi’nin 8. Maddesinde de vurgulandığı gibi, ‘halkın kendi siyasal, ekonomik, sosyal, hukuksal ve kültürel sistemlerini belirlemek için, istencinin özgürce ifade edilmesine ve kendi yaşamlarının tüm yönlerine tam katılımına dayandığı’ rejimin adıdır.
Oysa Türkiye, pek çok ulusal üstü insan hakları belgesinin tarafı olmasına karşın, bu belgelerde yer alan hak ve özgürlükleri yaşama geçirememiş, demokrasiyi tesis edememiştir. Demokrasinin çoğulculuk, açıklık ve katılımcılık ilkeleri açısından Türkiye’nin sisteminde ciddi sorunlar bulunmaktadır.
Türkiye hala 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası hazırlanmış ve o koşullarda kabul edilmiş bir anayasa ile idare edilmektedir. Hak ve özgürlüklerin genişlemesi, demokratik ilkelerin işlerlik kazanabilmesi için başta anayasa olmak üzere pek çok yasanın değişmesi gerekir.
Çoğulcu bir demokrasi farklılıklara, farklı fikirlere, farklı siyasi eğilimlere, farklı kimliklere, farklı dillere, dinlere, etnisitelere, kültürlere, farklı cinslere ve cinsel yönelimlere olanak ve özgürlük tanıyan bir sistemdir. Oysa Türkiye’nin sistemi farklılıkları dahil eden değil, dışlayan, ayrımcı ve tekçi bir sistemdir.
Siyasal partiler yasasında düşünce ve dil yasaklarını görüyoruz. Seçim yasalarında hem dil yasakları hem de temsil olanağını ortadan kaldıran yüksek barajlar bulunmaktadır. Siyasal partilerin kapatılması hala bu ülkede en kolay ve olağan bir uygulamadır.
Sivil asker ilişkisi demokratik ülkeler seviyesine yükseltilememiştir. Askeriyenin siyasal ve toplumsal yaşam üzerindeki vesayeti sürmekte, icraatlarına yönelik demokratik denetim mekanizmaları işletilememektedir.
Mevcut hukuk mevzuatı bir bütün olarak düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı bir niteliğe sahiptir. Sadece Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan, birbiri yerine kullanılabilecek en az 15 (on beş) madde bulunmaktadır. 2008 yılının ilk on ayında düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı nitelikte 291 dava açılmıştır. Bu kapsamda 84 dava ile TCK’nın 301. maddesi ve 56 dava ile 216. maddesi başı çekmektedir. Türkiye düşüncelerini açıkladığı için insanların yargılandığı, tutuklandığı bir ülke olmaktan kurtulmalıdır.
Örgütlenme özgürlüğü alanında yaşanan sorunlar katlanarak çoğalmaya devam etmektedir. Siyasal partilerin kapatılması yönünde açılan davaların yanı sıra 2008 yılı içinde KAÖ-DER, GÖÇ-DER, Lambda İstanbul, Genç-Sen, Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği, Halkevleri gibi sivil toplum örgütleri hakkında da kapatma davaları açılmıştır.
Hukukun üstünlüğü (hukuk devleti) açısından ciddi sorunlar vardır.
Yargı, yargı birliği ilkesine aykırı olarak, sivil ve askeri yargı olarak ikili bir yapıya sahiptir. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi açısından yapısal sorunlar vardır. Yargıçların, adalet ilkesi uyarınca değil de, hakim zihniyete ve hatta bireysel ilgi ve yönelimlere dayalı olarak karar vermesi sıkça karşılaşılan bir durumdur. Tüm bu nedenlerden dolayı da insan hak ve özgürlüklerinin yeterince yargısal koruma altında olduğunu söylemek olası değildir.
İletişim özgürlüğü alanında da ciddi sorunlar bulunmaktadır. 2008 yılının ilk 11 ayında 27 gazete hakkında toplam 44 kez yayın durdurma ve toplatma kararı verilmiş, 47 kitapla ilgili olarak dava açılmış ve 38 internet sitesine erişim yasağı getirilmiştir.
Türkiye sosyal adalet ilkesi açısından da ciddi sorunları olan bir ülkedir: Sınıflar, sosyal tabakalar ve bölgeler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliği sürekli büyümektedir. Sosyal devlet, yurttaşına insan onuruna uygun asgari yaşam standardı garantisi sunan devlettir. Oysa Türkiye’de nüfusun % 24’ü günde 4,30 ABD Doları’ndan daha az bir gelir elde etmektedir. Bu durum Türkiye’de yaklaşık 16 milyon aşırı yoksul bir kesimin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bu kesimin elde ettiği gelir bugünkü koşullarda, ayda yaklaşık 200 liraya karşılık gelmektedir. Bölgeler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliği de dikkat çekicidir. 2007 rakamlarına göre, doğu ve güneydoğu bölgesinde kişi başına ortalama gelir yıllık 4600 ABD dolar iken bu rakam doğu Marmara da (Kocaeli, Bursa) 15 bin dolara yakındır. Arada üç kat fark bulunmaktadır. Küresel krizin etkisiyle son iki ayda 100 bin kişinin işten çıkarıldığı düşünülürse bu farkın daha da artacağı açıktır.
Türkiye’de iş ve çalışma ortamının güvenliği yeterli değildir. İş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle çalışanların yaşam hakları ellerinden alınmaktadır. 2008 yılının ilk beş ayında meydana gelen iş kazalarında 103 kişi yaşamını yitirmiş, 479 kişi ise yaralanmıştır.
Türkiye’de nüfusun %13’ü, başka bir ifade ile 8 milyon 500 bin insan engellidir. Engelliler sosyal dışlanma yaşamakta ve ayrımcılığa maruz kalabilmektedir.
2008 yılında Türkiye’nin insan hakları görünümü açısından en öne çıkan nokta ise güvenlik güçlerinin artan şiddeti ve bunun yol açtığı yaşam hakkı ihlalleri olmuştur. 1 Aralık 2008 tarihine kadar 8 kişi gözaltında, 36 kişi ise cezaevinde yaşamını yitirmiştir. “Dur” ihtarına uymadıkları gerekçesiyle güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu 9 kişi yaşamını yitirmiş, 12 kişi ise yaralanmıştır. Artık Türkiye, güvenlik güçlerinin insanlara işkence yaptığı, karakolda, sokakta, hapishanede işkence ile insanların öldürüldüğü bir ülke olmaktan kurtulmalıdır. Türkiye, ‘dur ihtarına uymadı’ diye insanların yargısız infaz edildiği bir ülke olmaktan çıkarılmalıdır. Bu mümkündür. Hak ihlallerini teşvik eden, özendiren cezasızlık politikasına son vererek bu sorun aşılabilir. Yargı ve yürütme organları, yurttaşlara işkence yapan, keyfi ve yasa dışı silah kullanarak insanları öldüren güvenlik güçlerine tolerans göstermemelidir.
Faili meçhul cinayetler aydınlatılmalı, sorumluları cezalandırılmalıdır.
Devlet içine yerleşmiş çetelerden hukuksal süreçler işletilerek hesap sorulmalıdır. Gladio türü örgütlenmeler açığa çıkarılmalıdır.
Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi genel sorununun en önemli halkası ise Kürt sorunudur. Bu sorun, bugüne kadar terör ve asayiş sorunu olarak nitelendirilmiş ve ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal, hukuksal boyutları hep ihmal edilmiştir. Bu sorun ile Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu arasındaki bağ koparılmak istenmiştir. Oysa bu sorunu insan hak ve özgürlüklerini temel alarak çözmek mümkündür. Yani daha fazla kan, gözyaşı, tank, top, tüfekle değil; daha fazla köy boşaltarak ve yakarak, yıkarak değil; daha fazla gözaltında kaybederek ve faili meçhul cinayetlerle değil; bilimle, kültürle, akılla ve insan hakları değerlerini temel alarak barışçıl ve demokratik bir tarzda çözmek mümkündür. Türklerin ve Kürtlerin -Anadolu coğrafyasında binlerce yıldır yaşayan başka dilden, dinden, kültürden, etnisiteden topluluklar gibi- kardeşçe, bundan sonra da bir arada yaşayabilmeleri için, şiddeti, ayrımcılığı reddeden bir dil ile konuya yaklaşılmalıdır. Biz on binlerce insanımızın yaşamına mal olan bu çatışma ve savaş ortamından çıkışın mümkün olduğunu düşünüyor, görüyor ve bunun için, barış için, çalışıyoruz.
Sonuç olarak bizler, Türkiye’de hukukun üstünlüğü istiyoruz. Yaşam hakkının kutsal kabul edildiği ve işkence yasağına mutlak olarak uyulduğu bir Türkiye istiyoruz. Herkese adalet istiyoruz. Herkesin diline, dinine, inancına, kültürüne saygı istiyoruz. Çoğulcu demokrasi istiyoruz. Yurttaşlığı, herkesin etnik kökeni, dinsel inançları, cinsiyeti, cinsel yönelimi, siyasal görüşleri nedeniyle ya da başkaca bir nedenden dolayı ayrımcılığa uğramaksızın eşit hak ve sorumluluklar ile donatılacağı biçimde yeniden tanımlayan bir anayasa istiyoruz. Şiddetin son bulmasını ve barış istiyoruz.
Evrensel Bildirge’nin 60. Yılında onun sahip olduğu değer ve ilkeleri öne çıkararak bir defa daha haykırıyoruz:
Yaşasın insan hakları ve özgürlükleri… Yaşasın demokrasi…
Öztürk Türkdoğan Yavuz Önen
İHD Genel Başkanı TİHV Yönetim Kurulu Başkanı