İnsan Hakları Derneği, 17 Temmuz 1986 yılında, 98 insan hakları savunucusunun ortak imzası ile kuruldu. Derneğin kuruluş amacı, insan hak ve özgürlükleri konusunda çalışmalar yapmak olarak düzenlendi. Bu ifade, İHD’nin tüzüğünde de yer aldı. Kurucular arasında aydınlar, yazarlar, insan hakları savunucuları ve mahpus yakınları vardı.
İnsan Hakları Derneği, kurulduğu tarihten itibaren, resmi ideolojiye ve resmi politikaya karşı mücadele etmeyi kendisine görev bildi. Türkiye’de yerleşik resmi ideolojinin, kırmızı çizgilerini oluşturan Kürt sorunu, Ermeni soykırımı, Kıbrıs’taki askeri varlık gibi konularda birçok kesimden farklı olan düşüncelerini korkusuzca dile getirdi ve dile getirmeye devam ediyor.
İnsan Hakları Derneği, aynı zamanda 12 Eylül askeri darbesi sonrası kurulan ilk sivil toplum örgütüdür. Bu yönüyle de demokratikleşme ve sivilleşme açısından önemli bir yere sahiptir.
İnsan Hakları Derneği’nin kurulduğu yıllarda, askeri darbenin, tüm insan haklarını ihlal eden politikaları gündemdeydi. İşkence, idam, kayıplar, cezaevinde mahpuslara yapılan işkenceler… İşte İHD, tüm bu ağır ihlallere karşı mücadeleyi etmeyi, kendi amacı olarak kabul etti.
İHD kurulduğundan bu yana görüyoruz ki yaşadığımız coğrafyada çok önemli insan hakları sorunları var. Türkiye Cumhuriyeti devleti gerek kendi iç hukuku gerekse altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle bu hak ihlallerinin oluşturduğu alanların hepsinde, aslında yasal düzenleme yapmak, uygulamalarını değiştirmek zorunda ama maalesef bir hukuk devleti olamadığından bunların hiçbirini yerine getirmiyor. Ne kendi iç hukukunu ne de altına imza attığı uluslararası sözleşmeleri uygulamıyor.
İHD kuruluşundan bugüne kadar en önemli sorunların başında ifade özgürlüğü geliyor. Çünkü her şeyden önce konuşmak ve derdimizi birbirimize anlatmak zorundayız. Ancak Türkiye’de yerleşik resmi ideoloji koyduğu sınırlar dışında konuşulmasına, yazı yazılmasına izin vermiyor. Bu nedenle birçok insan, yazdıkları yazılar, siyasi görüşleri, attıkları tweetler nedeniyle ya cezaevindeler ya da cezaevine girme tehlikesi ile karşı karşıyalar ya da adli kontrol hükümleri altında yaşamlarına devam ediyorlar.
Kürt sorununda yaşanan çözümsüzlük politikaları, cumhuriyetten bu yana varlığını korusa da son derece otoriterleşen bu dönemde de çok yoğun olarak karşımıza çıkıyor. Bugüne kadar, Kürt sorununun geldiği nokta tam bir çözümsüzlük oluşturuyor.
İnsan Hakları Derneği, insan hakları ihlallerinin en başında Kürt sorununun geldiğini sürekli dile getiriyor ve bu konunun çözümüne ilişkin önerilerde bulunuyor. Türkiye’nin Kürt sorununu kabul edip çözecek yeni bir barış sürecine ve toplumsal barışa ihtiyacı bulunmaktadır. Bununla birlikte, başta Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı talepleri olmak üzere ötekileştirilen tüm toplum kesimlerinin insan hakları taleplerini kabul edecek yeni bir siyasi iradeye ihtiyaç vardır. Türkiye’nin gerçek bir çatışma çözümü ile birlikte yeni ve demokratik bir Anayasaya ihtiyacı bulunmaktadır. Yeni ve demokratik Anayasa yapılmadığı sürece 1980 askeri darbesini yapan generaller tarafından yapılmış 1982 Anayasası üzerinde yapılacak değişikliklerin çözüm getirmesi mümkün değildir.
Avrupa Birliği’nin Kopenhag siyasi kriterleri olan demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık hakları değerleri yerine otoriteliği getiren Ankara kriterlerine karşı olduğumuzu ve AB sürecini demokratikleşme süreci olması nedeniyle desteklediğimizi Avrupa Birliği ile Hükümete bir kez daha hatırlatmak isteriz.
Kürt sorununda uygulanan çözümsüzlük politikaları nedeniyle İnsan Hakları Derneği büyük yaralar almış bir dernek. Çok sayıda kurucu, yönetici ve üyemizi bu uğurda kaybettik. Geçtiğimiz günlerde, insan hakları savunucusu Vedat Aydın’ın ölüm yıldönümüydü. Vedat Aydın gibi birçok insanımız maalesef ki kontra cinayetlerde yaşamlarını yitirdiler. Bugüne kadar failleri ortaya çıkarılmadı, cezalandırılmadı.
Kürt sorununda, çözümsüzlük politikalarının egemenliği birçok siyasetçinin de cezaevinde olmasına neden oldu. Birçok HDP’li milletvekili, bugün sadece siyasi görüşleri nedeniyle cezaevinde. Yine Kürt sorunu alanında farklı görüşleri yazdıkları, yayınladıkları için birçok Kürt gazeteci de cezaevinde. Maalesef ki ifade özgürlükleri ihlal ediliyor.
Yakın bir zamanda, genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekleşti. Eşitsiz bir şekilde başlayan ve öyle de devam eden bir seçim oldu. Seçim sonrasında da birçok hak ihlallerine tanık olduk. İnsan Hakları Derneği olarak bu konuda gözlemler yaptık ve raporlar hazırladık. Seçimlerin en çarpıcı sonuçlarından biri Türkiye İşçi Partisi’nden Hatay milletvekili seçilen Can Atalay’ın milletvekili hakkını kazanmış olmasına rağmen cezaevinden tahliye edilmemesi oldu. Maalesef ki yargının geldiği nokta sorunlu. Yargıçların bile kendilerini özgür hissetmedikleri bir hukuk ikliminde yaşıyoruz. Gerçekten hukuk sisteminin tek bir merkeze bağlı olması Türkiye’nin hem yazılı iç hukuku hem de altına imza attığı uluslararası sözleşmeler bakımından çok ciddi bir sorun yaratıyor. Son derece büyük hak ihlallerinin olduğu alan olarak görünüyor hukuk alanı.
Hukuk alanında yaşanan büyük haksızlıklara dair somut örnekler vermek gerekirse, Gezi Parkı davasında akıl almaz bir kararla büyük cezalara maruz bırakılan Osman Kavala ve tüm Gezi Parkı davası mahpusları ile kısa bir süre önce kendi yayınında yaptığı konuşma nedeniyle tutuklanan Tele 1 Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’dan söz edilebilir.
İnsan Hakları Derneği olarak, ilgi alanlarımızın çok önemli bir bölümünü de cezaevleri oluşturuyor. Cezaevlerinde yaşamlarını devam ettiren adli ya da siyasi mahpusların çok ciddi sorunları var. En önemli sorunlardan biri de hasta mahpusların durumu. Cezaevlerinde bulunan hasta mahpusların, çok büyük bir bölümünün yaşamsal hastalıkları var. Ancak maalesef Yargıtay kararları doğrultusunda, sadece adli tıp raporlarının delil olarak kabul edildiği bu durumlarda, adli tıbbın tıp etiğine aykırı taraflı raporları nedeniyle birçok hasta mahpus cezaevlerinden tahliye edilmiyor. Cezaevlerinde dayatılan, izolasyon politikası maalesef mahpusların yaşamlarını kötü etkiliyor. Özellikle cezaevlerine konulan kamera sistemi kadın mahpuslar açısından, son derece rahatsız edici boyutlara ulaşmış durumda. Hasta mahpusların çoğu, sadece getirilip götürülme aşamasında gördükleri şiddet ve tehditler nedeniyle hastanelere gitmeyi dahi reddeder durumdalar.
Kadına yönelik şiddet, olabildiğince devam ediyor. Çünkü devletin kadına yönelik politikası Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nden tek bir imzayla vazgeçilmesiyle birlikte çok açık bir şekilde netleşti. Devlet, kadını evde oturan ve çocuk bakan bir insan olarak görmeye devam ediyor. Kaldı ki cumhurbaşkanının defalarca yaptığı açıklamalar, bu görüşü doğruluyor.
İnsan hakları savunucuları olarak, kadına yönelik şiddet politiktir derken şunu kastediyoruz: devlet dili sertleştiği oranda, devlet dili şiddeti meşru gördüğü oranda, kadına yönelik şiddette büyük bir artış oluyor. Son dönemde, devletin tüm muhaliflere karşı kullandığı şiddet ve nefret dili kadınlara ve çocuklara şiddet olarak geri dönüyor. Bu nedenledir ki kadın cinayetlerinde ve kadına yönelik şiddet olaylarında büyük bir artış var.
Kadın hakları mücadelesi son derece etkin; coğrafyamızda, tüm baskılara rağmen kadın hareketi vazgeçmiyor, varlığını devam ettirmekte kararlı ve Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik mücadele var gücüyle devam ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, altına imza attığı birçok uluslararası sözleşmeye rağmen, örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesinde tanımlanan ayrımcılık yasağına imza attığı halde, bugün LGBTİ+’lara yönelik büyük bir ayrımcılık ve nefret dili kullanmakta. LGBTİ+ mücadelesi büyük tehlike ve tehdit altında. LGBTİ+’ların tüm hak talepleri engelleniyor bastırılıyor, hatta kamuoyu tüm alanlar kullanılmak suretiyle LGBTİ+’lara karşı kışkırtılıyor. Bunu insan hakları savunucuları olarak çok tehlikeli bir gidişat olarak değerlendiriyoruz. Bizler şunu çok iyi biliyoruz “normal olanı” “normal sayılanı” ancak iktidarlar belirler. Ama varoluşa karşı siz sahte bir normal dayatamazsınız. İşte LGBTİ+’lara karşı devletin bakışı tam da bunu oluşturuyor. Bir varoluş yok sayılıyor. Bu nedenle İnsan Hakları Derneği olarak, LGBTİ+ hareketine yönelik tüm hak ihlallerine karşı onların yanında olduğumuzu sürekli dile getiriyoruz.
Coğrafyamızda, yerleşik devlet politikası nedeniyle ifade özgürlüğü alanındaki büyük hak ihlalleri örgütlenme özgürlüğü alanında da devam ediyor. Birçok örgütün, toplanma ve gösteri hakkı ellerinden alınmış durumda. Bu coğrafyanın, en meşru kabul edilen sivil itaatsizlik eylemi olan Cumartesi Anneleri’ne yönelik devlet saldırısı herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995 tarihinden beri kayıp olan yakınlarını aramaya devam ediyor. Galatasaray Meydanı bu anlamda son derece büyük bir önem taşıyor. 2018 yılında, 700. Haftada devlet güçleri tarafından yapılan saldırı sonrasında, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuruda, önemli bir karar verildi. Anayasa Mahkemesi, bu kararında anayasanın 34. Maddesinin ihlal edildiğine ve Cumartesi Anneleri eyleminin Galatasaray Meydanı’nda yasaklanmasının örgütlenme özgürlüğünü ihlal ettiğine karar verdi. Anayasa Mahkemesi tarafından verilen bu karar doğrultusunda, Cumartesi Anneleri 14 haftadır Galatasaray Meydanı’na, tekrar çıkmaya başladılar. Çünkü ellerinde artık kesin hüküm taşıyan bir hukuk metni vardı. Türkiye’nin en yüksek hukuk kurumu olan Anayasa Mahkemesi tarafından verilmiş bir karar, onların haklılığını ispatlıyordu. Ancak 14 haftadır Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu bu karar, sadece bir Kaymakamın yasağı ile engelleniyor ve yok sayılıyor. Cumartesi Anneleri- Cumartesi İnsanları Anayasa Mahkemesi kararına rağmen şiddet kullanılarak, ters kelepçe uygulaması yapılarak gözaltına alınıyor, havasız araçlarda saatlerce bekletiliyor, ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakılıyorlar. Sadece coğrafyamızda değil, bütün dünyada meşruiyeti kabul edilmiş olan bu eylemin Anayasa Mahkemesi kararına rağmen böylesine bir baskı ile karşılaşmasını, insan hakları savunucuları olarak kabul etmiyoruz. Bu konuda mücadelemiz sonuna kadar devam edecek.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürt sorununda, devam ettirdiği çözümsüzlük politikası ve savaş politikası nedeniyle eğitime, sağlığa ya da daha önemli diğer alanlara harcanacak olan bütçenin büyük bir bölümünü maalesef savaşa harcamaya devam ediyor. Türkiye ekonomisi, son derece güç durumda. Uygulanan politikalar savaş ve kapitalizmin geldiği çözümsüzlük gibi sorunlar nedeniyle büyük bir ekonomik buhran yaşanmakta. Gelir ve vergi adaletsizliği halkın çok büyük bir bölümünü maalesef ki açlık sınırında yaşamaya mahkûm etmiş durumda. Yaşanan bu ekonomik kriz bir yandan işsizliği derinleştirirken bir yandan da çalışma koşullarını giderek ağırlaştırıyor. Ayrıca, mülteciler ve kadınlar ucuz iş gücü olarak sömürülmeye devam ediyor. Çocuk işçiliği hala ciddi bir sorun olarak devam ediyor.
Ayrıca 90’larda bile uygulanmayan bir yöntem olan KHK’larla birçok insan sorgusuz sualsiz işlerinden atıldı. Bu insanların maalesef çok büyük bir bölümü işlerine dönemedi. Sadece kişilere değil kişilerin ailelerine de büyük zarar verildi. İnsanların sofralarından, ekmekleri çalındı.
Küresel iklim krizinin sebep olduğu ekolojik yıkım ve Türkiye’de yaşanan plansız kentleşme, doğal çevrenin maden sahalarına açılması, HES ve baraj yapımı, insan eliyle gerçekleştirilmiş izlenimi verilen orman yangınları nedeniyle doğanın tahrip edilmesi maalesef devam ediyor.
1951 BM Cenevre sözleşmesine coğrafi çekince koyarak sadece Avrupa Konseyi ülkelerinden gelenlere hukuken mülteci statüsü verebilen Türkiye’de geçici statüler üzerine kurulu sığınma sistemi ve mültecilere yönelik kalıcı çözümlerden uzak politikalar nedeniyle mülteciler birçok hak ihlaliyle karşılaşmaktadır. Başta çalışma hakkı, eğitim hakkı, sağlığa erişim hakkı, kültürel ve sosyal haklar, seyahat haklarının yok sayılmasının yanı sıra her alanda ayrımcılığa uğramaktadırlar. Siyasetçilerin sorumsuzca söylemleri nedeniyle mülteciler ırkçı ve nefret söylem ve eylemlerine maruz kalmaktadırlar. Kamplar ve Geri Gönderme Merkezlerinde suçlu muamelesi görmekte, özgürlüklerinden mahrum yaşamaya zorlanmaktadırlar. Oysa mültecilik bir tercih değil sonuçtur. Mültecilerin insan onuruna yaraşır yaşam olanaklarına sahip olması için Geri Kabul anlaşmaları iptal edilerek uluslararası mülteci hukuku çerçevesinde yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
6 Şubat 2023’de tüm coğrafyayı derinden etkileyen büyük bir acıyı, büyük bir felaketi yaşadık hep birlikte. 11 ili etkileyen büyük bir deprem meydana geldi. On binlerce insan, yaşamını yitirdi. İnsan Hakları Derneği olarak, birçok üyemizi, yöneticimizi bu depremde kaybettik. Diyarbakır’dan Melike Alp, Antep’ten Hüseyin İnan, Maraş’tan Ali Kaya, Salman Savranlı, Mehmet Ok, Mustafa Torun Adıyaman’dan Sinan Serkan Arslan, Medine Taştan ve oğlu Ali Adar Taştan, Hatay’dan Hatice Can ve Mithat Can, İskenderun’dan Rafi Sümbültepe, Şeyhmus Günay, Mehmet Karlıdağ ve İzzettin Özgüç olmak üzere 14 üyemiz ve yöneticimiz yaşamlarını yitirdiler. Onları hiçbir zaman unutmayacağız.
Depremin doğal bir felaket olduğunu tabii ki hepimiz biliyoruz ama bu doğal felaketin etkisinin azaltılması insanın elinde. Uygunsuz yapılaşmanın, şehirleşmenin, betonlaşmanın ne kadar insan hayatına aykırı olduğunu, bu depremde bir kez daha gördük. Depremin yarattığı acının onarılmaz bir acı olduğunun farkındayız. Bizler, insan hakları savunucuları olarak bu depremde canlarımızı arkadaşlarımızı yoldaşlarımızı yitirdik.
O nedenle bu yıl, 17 Temmuz İHD kuruluş yıldönümünü onlara adamak istedik.
İyi ki İHD var!
İnsan Hakları Derneği