Bu ayki barış nöbetimizde Türkiye’de toplumsal barışın sağlanması önündeki en önemli engellerden biri olarak gördüğümüz ayrımcılık uygulamalarına dikkat çekmek istiyoruz.
Cumhuriyetin kuruluşu ile yaşadığımız coğrafyanın çoğulcu toplum yapısı yok sayılarak tek ulus, tek devlet, tek din ve tek dil anlayışına dayalı, ayrımcılıktan beslenen resmî ideoloji temelinde bir devlet inşa edilmiştir. Bu inşa sürecinde Türklük, Sünni Müslümanlık ve Türk Dili ;“üst kültür ve asıl kimlik” olarak bu coğrafyada yaşayan herkese dayatılarak farklı etnik ve dini gruplar dışlanmıştır. Bu dışlanma uygulamalarına ek olarak bizzat devlet tarafından “Sevk ve İskan(Tehcir) Kanunu (Ermeni Tehcir Kanunu)”, Şark Islahat Planları” Mübadele Kanunları, Umumi Müfettişlikler gibi uygulamalarla Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Aleviler çok boyutlu sistematik bir asimilasyonla eritip yok edilmeye çalışılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan gayrimüslim gruplar, cumhuriyetin kurulduğu tarihten bu yana uygulanan ayrımcı politikalar sonucunda göçertilmeye veya kimliklerini gizlemeye zorlanmışlardır. Dil ve kültürel değerlerini her türlü baskıya rağmen koruyan Kürt Halkı ise yüz yıldır hak ve özgürlüklerinin yasal güvence altına alınması için mücadele yürütmektedirler. Kürt Meselesi, bu yönüyle yüz yıllık Cumhuriyetin halen çözüm bulamadığı temel sorunlardan birisi olma güncelliğini korumaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinde yerleşik ayrımcı politikanın devam ettirilmesinin en önemli nedenlerinden biri de ifade özgürlüğünün önündeki engellemelerdir. 100 yıllık cumhuriyet döneminde yaşanan ağır insan hakkı ihlalleri ile yüzleşmenin sağlanması için çalışma yürüten her kesimden insan resmi ideoloji ile itilafa düştüğü için kimi zaman özgürlüğünden kimi zaman da yaşam hakkından mahrum bırakılmıştır. Bugün hala Türkiye tarihindeki karanlık dönemleri tartışan, söz veya yazı ile dile getiren tüm insanlara karşı baskı ve yıldırma politikaları devam etmektedir. Örneğin 1915 soykırımını ile yüzleşme ve yarattığı travmaların giderilmesi için çalışma yürüten Hrant DİNK ve Kürt meselesinin savaş dışı yollarla çözümünü savunan Tahir Elçi, bu fikirleri nedeniyle önce hedef gösterilmiş akabinde de siyasi suikastlarla katledilmişlerdir. Yine birçok aydın, akademisyen, hak savunucusu ve gazeteci sırf resmi ideolojinin yarattığı mağduriyetleri dile getirmeleri nedeniyle siyasallaşan yargı eli ile ağır cezalara çarptırılmıştır.
İnsan Hakları Derneği olarak Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlalleri hakkında yapmış olduğumuz tespit ve raporlamaların neredeyse tamamında, ihlallerin meydana gelme nedenleri olarak devletin kurucu kodlarında ayrımcılık uygulamalarının yer aldığını söyleyebiliriz. Yaşam hakkı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, işkence yasağı, din ve vicdan özgürlüğü gibi temel insan hakları hem ulusal hem de uluslararası hukuk tarafından korunan haklardan olmasına rağmen Türkiye’de devlet eliyle geliştirilip güçlendirilen ayrımcı uygulamalar, yüksek standartlarda bir insan hakları kültürünün oluşmamasına ve temel insan haklarının dahi hemen her gün onlarca defa ihlal edilmesine neden olmaktadır.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri var olan ayrımcı politikalar, Kürt meselesinin demokratik yollarla çözümünün rafa kaldırıldığı 2015 yılından bu yana artarak devam etmiştir. Geride bıraktığımız yaklaşık 10 yıllık süreçte, demokratik siyaset yolları kapatılmış, Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasaklama ile baskılar artmış, Türkiye ‘öteki’ olarak değerlendirilen tüm grupların kendini güvensiz hissettiği bir ülke konumuna gelmiştir. Bugün Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, Hristiyan ve Yahudilere, kadınlara, LGBTİ+’lara ve emekçi sınıflara sürekli ayrımcı politikalar uygulanmakta, bu uygulamalara karşı çıkanlar ise; siyasallaşan yargı ve hukuki temeli olmayan soruşturma ve kovuşturmalarla ya hapishaneye konulmakta, ya da adli kontrol vb. yollarla kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır.
Ayrıntıları ile açıkladığımız bu ayrımcı politikaların bu denli uzun soluklu uygulanmasının nedenlerinden birisi de iktidar ve muhalefette aynı ret, inkar, asimilasyon ve tekçiliğe dayalı aynı siyasi aklın var olmasıdır. Bu politik var oluş hali, bu topraklarda yaşayan halkların ihtiyaç duyduğu toplumsal barışı, adil bir gelir dağılımını, işsizliği, kadın cinayetlerini, basın özgürlüğünü, mülteci sığınmacı haklarını, LGBTİ+ haklarını, çevre haklarını, inanç özgürlüğünü konuşma tartışma ve dönüşüm sağlamanın önündeki en büyük engeldir.
Irkçı milliyetçilik, kadınlara yönelik erkek egemen dil, Kürtlere, Alevilere, farklı inançlara, LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemi, anti-semitizim gibi ayrıştırıcı ve ötekileştirici söylemler muktedirler tarafından basın yayın önünde fütursuzca dile getirilmektedir. Yönetenlerin bu söylemleri kısa sürede etkiledikleri sosyal grupları harekete geçirmekte ve hedef gösterilen gruplar hem bireysel hem de toplumsal linçe maruz kalmaktadırlar. Son olarak İstanbul’da Santa Maria Kilisesi çok sayıda kişinin dini ayin için kilisede olduğu saatte silahla taranmış ve 1 yurttaş yaşamını yitirmiştir. Yine yıl dönümüne yaklaştığımız 6 Şubat depremi sonrasında sığınmacılara yönelik gerçekleşen ayrımcı dil nedeniyle birçok kentte sığınmacılara yönelik saldırılar meydana geldiği gibi deprem akabinde yapılan yardım faaliyetlerinde sığınmacıların mahrum bırakılmıştır.
İnsan hakları savunucuları olarak ayrımcılığın insan hakları mücadelesi ve toplumsal barışın sağlanması önündeki en önemli engel olduğunu biliyoruz. Bu nedenle de ayrımcılığa karşı, ırkçı milliyetçiliğe karşı, kadına yönelik şiddete, LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemine karşı mücadele etmeye devam edeceğimizi belirterek ayrımcılığın TCK’nın 122. Maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. Maddesi ile yasaklandığını bir kez daha herkese hatırlatmak isteriz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ