MİLLETVEKİLİ VE MAHALLİ İDARELER GENEL SEÇİMLERİ, İNSAN HAKLARI DURUMU VE İSTEMLERİMİZ

 

18 Nisan 1999 tarihinde yapılacak Milletvekili ve Mahalli İdareler Genel Seçimleri öncesi Türkiye’de insan haklarının durumunu sergilemek, insan haklarının korunması ve geliştirilmesine ilişkin düşüncelerimizi açıklamak istiyoruz.

Öncelikle, İnsan Hakları Derneği’nin, demokrasiyi, insan haklarını, hakların evrenselliğini ve bütünselliğini savunduğunu anımsatmak istiyoruz.

İnsan hakları evrenseldir. Irk, renk, cinsiyet, dil, din siyasal ya da diğer görüş, uyrukluk ya da toplumsal köken, mülkiyet doğum ya da diğer statüye dayalı olmaksızın hak ve özgürlüklere herkes hangi siyasal sistem olursa olsun, sahip olmalıdır. Bu bakış açımızın doğal sonucu olarak, insan hakları sorunlarını “iç sorun” olarak görmüyoruz.

İkinci olarak, insan haklarının bütünselliğini açımlamak durumundayız. İHD, kişisel ve siyasal haklarla, ekonomik, toplumsal ve kültürel hakların bir bütün olduğunu savunmaktadır. Her hak ve özgürlük diğerleriyle ilintilidir. Biri diğerlerine tercih edilemez.

İHD, demokrasiyi, halkın kendi siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel sistemlerini belirlemek için iradesinin özgürce ifade edildiği ve yaşamının tüm yönlerine tam katıldığı rejim olarak tanımlamakta ve algılamaktadır.

A- Kişisel ve siyasal hakların durumu ve istemimiz

1- Yaşam hakkına saygı istiyoruz

Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (İHEB) 3. maddesinde, BM Uluslararası Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin (BM: KSHS) 6. maddesinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 2. maddesinde düzenlenmiştir.
Türkiye’de ölüm cezası, toplam 4 ayrı yasada, 41 maddede öngörülmektedir. Bunlar, Türk Ceza Yasası, Askeri Ceza Yasası, Kaçakçılığın Men ve Takibi Hakkında Yasa ve Orman Yasası’dır.

İHD, ölüm cezasının yasalarda yer almasına ve uygulanmasına karşıdır. Yalnız Türkiye değil, ölüm cezasını yasalarında muhafaza eden ve elektrikli sandalye, kurşuna dizme, asma ve kılıçla kesme biçiminde yaşam hakkına saldıran başta ABD, Çin ve Suudi Arabistan olmak üzere 97 ülke vardır ve biz hangi siyasal sistemde olursa olsun, kime uygulanırsa uygulansın, ölüm cezasına kayıtsız şartsız karşıyız. Bu karşı oluş savaş dönemi için de geçerlidir.

Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek 6 nolu protokolü imzalamalı ve onaylamalıdır. Savaş dönemi dahil ölüm cezası kaldırılmalıdır.

2- İşkence görmeme hakkına saygı istiyoruz

Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 5. maddesinde, BM, Uluslararası Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 7. maddesinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinde düzenlenmiştir.
Türk Anayasal ve yasal sisteminde işkence ve kötü muamele bulunmamasına karşın, yaygın ve sistematik işkence olgusu yaşanmaktadır. İşkencenin önlenebilmesi için Birleşmiş Milletler ve Avrupa Sözleşmelerini Türkiye imzalamıştır. Ancak politik gücü ellerinde tutanlar açık bir biçimde işkencenin karşısında olduklarını ifadede tereddüt göstermişler, “güvenlik kuvvetlerinin elinin soğutulmaması” gerektiğine ilişkin kesin açıklamalarda bulunmuşlardır.

Biz, Ceza Yasası’na, BM İşkencenin Önlenmesine İlişkin Sözleşmenin 15. maddesindeki tanımın konmasını, yasal, eğitsel, ve idari önlemler alınmasını, işkencecilerin korunmamasını ve işkence ile ilgili, İHD, TİHV, ÇHD ve TTB’nin geliştirdiği önerilerin dikkate alınmasını istiyoruz.

İşkence suçunda zaman aşımını kabul etmiyoruz. Ne zaman işlenirse işlensin bu suçun failleri yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır. Son yedi yılda (1991-1998) yargısız infaz, işkence sonucu ve gözaltında 852 kişi yaşamını yitirdi. İşkence sonucu ve gözaltında öldürülen (91’de 21, 1992’de 17, 1993’de 29, 1994’de 298, 1995’de 122, 1996’da 190, 1997’de 114, 1998’de 128). İşkenceciler yargılanmalıdır.

3- Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı istiyoruz

Bu hak, İHEB’nin 3., AİHS’nin 5., BM’nin Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 9. maddesinde düzenlenmiştir.
Keyfi yakalama, gözaltına alma uygulamasına ve buna olanak tanıyan (polis, Jandarma’ya sınırsız yetkiler veren) yasal düzenlemeler kaldırılmalıdır.

(1991’de 4, 1992’de 8, 1993’de 23, 1994’te 328, 1995’de 220, 1996’da, 194, 1997’de 66, 1998’de 29) gözaltında kaybedilen kişilerin akibetleri açıklanmalı, sorumlular cezalandırılmalı ve kaybolmaların önlenmesi için BM, Uluslararası Af Örgütü, İHD, ÇHD, TİHV ve TTB’nin önerileri dikkate alınmalıdır.

İHD, gözaltı kurumuna karşıdır. Bir suç isnadı ile yakalanan herkes hemen bir yargıç huzuruna çıkarılmalıdır. Bu işkencenin önlenmesinde de en etkili yoldur. Polis ya da jandarma, elinde yakalama için yeterli kanıt olmadığı halde, kişileri özgürlüğünden yoksun bırakabilmekte ve kanıt elde edebilmek için işkence yöntemine başvurabilmektedir. İşkencenin yapılmasının başka ve temel nedenleri bulunmakla birlikte, adli soruşturma sürecinde sorgulama yöntemi olarak başvurulmasının nedeni, yukarıdaki gerekçe olmaktadır. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK), Polis Vazife Selahiyetleri Yasası, DGM Yasası’nda öngörülen süreler, hem AİHS’nin 5/3 maddesinde, hem de iç hukuk bakımından yasa önünde eşitlik ilkesine aykırıdır. Bugünkü ulaşım ve teknolojik olanaklar dikkate alınarak, Türkiye’nin bir ucundan diğerine her koşulda 24 saatte ulaşılabileceği düşünülerek, bir suç isnadı ile yakalanan kişiler 24 saat içinde yargıç huzuruna çıkarılmalıdır.

Polise ifade alma yetkisi tanıyan CMUK ‘un ilgili maddesi iptal edilmelidir.

4- Adil yargılanma hakkı istiyoruz

Bu hak, İHEB’nin 6. , BMKSHS 14. maddesinde düzenlenmiştir.
Mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanmalıdır. Yurttaşlara etkili, sonuç alıcı iç hukuk yolları tanınmalıdır. Askeri yargı tümüyle kaldırılmalıdır. Savaş dönemi dahil, asker-sivil olmaksızın tüm yargılamalar, yasama ve yürütme organından bağımsız ve tarafsız, güvencesi olan yargıçlar (mahkemeler) tarafından yapılmalıdır. DGM’ler kaldırılmalıdır. Türkiye’de ne askeri yargıçlar bağımsızdır ve güvenceye sahiptir, ne de sivil yargıçlar.

Savunma, iddia karşısında eşit hak ve yetkilere sahip olmalıdır. Suç isnadının başladığı anda savunma hakkı da başlar. Hazırlık soruşturmasının gizliliği kuralı kaldırılmalıdır. Bu kuralın suçlanan kişilerin aleyhine kullanıldığı görülmüştür. Suçlanan ve vekilinden gizli yürütülecek soruşturma, “adalet” ilkesine terstir. Barolar, Bakanlık vesayetinden kurtarılmalıdır. Bu savunmanın bağımsızlığı için gereklidir. Yürütmenin gölgesinde ve onun verdiği izin ölçüsünde mesleki çalışma yapılamaz.

Yargıç ve savcıların mesleği kabulleri, atanmaları, nakilleri, yükseltilmeleri, bölge ve kürsü güvenceleri, Yürütme’den tam bağımsız, yine yargıçlar tarafından (Yargıç ve Savcılar Üst Örgütü) yerine getirilmelidir. Üst örgütün kendisine ait özerk bir bütçesi ve sekreteryası olmalıdır.

5- İfade özgürlüğü istiyoruz

İfade özgürlüğü, İHEB’nin 19., AİHS’nin 10. maddesinde düzenlenmiştir.
İfade özgürlüğü ana özgürlüktür. Demokratik toplum olmanın “olmazsa olmaz” koşuludur.

Türkiye’de ifade özgürlüğünü sınırlandıran, ya da ceza yaptırımına bağlayan 152 yasada yüzlerce yasa maddesi vardır. Biraz ileride değineceğimiz gibi, Anayasal ve yasal sistemin tümüyle ve yeniden yapımında bu yasalar ve yasa maddelerinin yürürlükten kaldırılması gerekiyor.

Türkiye’de ifade özgürlüğünün korumasız olduğunu artık herkes biliyor. Düşüncelerini açıkladığı için yargı huzuruna çıkarılmak başlı başına bu özgürlüğe saldırıdır.

İHD, küfrü, hakareti, ırkçı kışkırtmayı, savaş kışkırtıcılığını düşünce açıklaması olarak görmemektedir. Ulusalüstü insan hakları belgelerinde de bu şekilde açıklanmaktadır.

Propaganda suçunu da kabul etmemekteyiz

Başta, ifade özgürlüğünü genel sınırlama olarak getiren Anayasa’nın 13. maddesi (Anayasa’nın tümüyle değiştirilmesini söylemiştik) olmak üzere, Türk Ceza Yasası’nın 158., 159., 311., 312. maddeleri, Terörle Mücadele Yasası’nın 6., 7., 8. maddeleri yürürlükten kaldırılmalıdır.

6- İnanç özgürlüğü tanınmalıdır diyoruz

İnanç özgürlüğü, İHEB’nin 18., AİHS’nin 9., BM KSHS’nin 18. maddesinde düzenlemiştir. Devlet, dini kendi tekeline almıştır. Eğitim kurumlarında ve devlet televizyonlarında tek bir dinin ve tek bir mezhebin tanıtımı, ya da o dine ilişkin gerekler yerine getirilmektedir. Böylece devlet, dinler, mezhepler ve inanç yolları arasında taraf tutmakta ve tercihte bulunmaktadır.
İHD, laiklik ilkesini savunan bir kurumdur. Din, vicdan ve inanç özgürlüğünü sınırsız olarak savunuyoruz, bunun dokunulmaz bir hak olduğunu düşünüyoruz ve ancak laik bir toplumda gerçek anlamda inanç özgürlüğünden söz edilebileceğine inanıyoruz. Ancak Türkiye’de devlet, çarpıtılmış, sözde laiklik anlayışına sahiptir. Bu, dini kurumları, hizmetleri kendi bünyesine almakla kendisini göstermektedir. Dini kullanmaya, yönlendirmeye dönük bir program baştan beri sürdürülmektedir. Merkezi otorite, her ilerici, çağdaş gelişmeye ve özellikle sosyalizm hedefli politik kişi ve kuruluşlara karşı, dinsel örgütlenmeyi teşvik etmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle devlet, tercih ettiği dini, mezhebi yayma, farklı ve azınlıkta kalan inanç sahiplerini sistem dışı bırakma yoluna gitmiştir. Türk-İslâm sentezi bugün ortaya çıkmış değildir. 20 milyon Alevi inançlı insanımız, yalnızca bugün ve 12 Eylül’ den bu yana sistem dışında değildir.

Biz, inanç özgürlüğünü devletin karışamayacağı, yurttaşların özel bir alanı olarak görüyoruz. O nedenle devlet, din, vicdan ve inanç özgürlüğü alanından tümüyle çekilmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı ve kaldırılmalıdır. Yurttaşlar, kendi inançlarını ifade etmeli, örgütlenmelidir.

Devlete bağlı eğitim kurumlarının programlarında din dersleri yer almamalıdır.

Dinsel motifleri çağrıştırıyor gerekçesiyle konulmuş tüm kılık, kıyafet yasaklarına ve sınırlamalarına ilişkin yasa, tüzük ve yönetmelikler yürürlükten kaldırılmalıdır. Kılık kıyafet düzenlemeleri bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. Üstelik bu ilericilik, laiklik adına yapılmaktadır.

7- Örgütlenme özgürlüğü tanınmalıdır diyoruz

Örgütlenme özgürlüğü, İHEB’nin 20., AİHS’nin 11. ve BM KSHS’nin 22. maddelerinde düzenlenmiştir.
Örgütlenme özgürlüğü, ifade özgürlüğünden ayrı düşünülemez. İfade özgürlüğünün tanınmadığı, ya da sınırlandığı koşullarda, dernek, vakıf, kooperatif, sendika, ya da siyasal parti örgütlenmeleri formel yapı olma, varolan sistemin otoriter-baskıcı özünü gizleme aracı olmaktan öte bir işlevi olamaz. 1993’te kapatılan parti sayısı 4, kapatılan dernek sayısı 48; 1994’te kapatılan dernek ve sendika sayısı 121, parti sayısı 2, basılan dernek, sendika ve yayın organı sayısı 119; 1995’de kapatılan dernek ve sendika sayısı 100, basılan dernek, sendika ve yayın organı sayısı 173, 1996’da kapatılan dernek ve sendika sayısı 132, basılan dernek, sendika ve yayın organı sayısı 134, 1997’de kapatılan dernek, sendika ve yayın organı sayısı 153, basılan dernek, sendika ve yayın organı sayısı 213, 1998’de kapatılan dernek, sendika ve yayın organı sayısı 152, basılan dernek, sendika ve yayın organı sayısı 307’dir. Hangi demokratik ülkede örgütlenme hakkı böyle bir uygulamaya maruz kalmaktadır?

Türkiye’de ifade özgürlüğü ile birlikte örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin de kaldırılması gerekmektedir.

8- Seçme ve seçilme hakkı-Yönetime katılma hakkının adil, eşit ve özgürce gerçekleşmesini savunuyoruz.

18 Nisan seçimlerinin anti-demokratik bir nitelik taşıdığı bilinmektedir. Görüşlerimizi bir kaç noktaya işaret ederek sunmak istiyoruz. Demokrasi halkın iradesinin özgürce ifade edilmesine ve yaşamının tüm yönlerine tam katılımına dayanıyorsa, öncelikle halkın iradesinin özgürce ifade edilebileceği bir ortam gereklidir. Bu ise düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün tanınmasına bağlıdır.
Türkiye seçimlere, ifade özgürlüğü bulunmayan halkın, sandığa davet edildiği koşullarda gidiyor. yüzde 10 barajlarla temsilde adalet ilkesi yerle bir ediliyor. Toplumda azınlıkta kalan düşüncelerin parlamentoya yansımasına olanak sağlanmıyor. Hazine yardımlarının dağıtımı yoluyla eşitsizlik pekiştiriliyor. Üstelik daha şimdiden muhalif siyasi akımlar ve partiler üzerinde baskılar yoğunlaşmıştır.

Türk Anayasal ve yasal sisteminde Milli Güvenlik Kurulu’nun yeri bellidir. Şu anda halktan oy isteyen politikacılar (sistemi sürdürmek isteyen partiler) iktidara geldiklerinde,iktidarlarını otomatik olarak paylaşmaktadırlar. Bu duruma hiç bir itirazları bulunmamaktadır. Halk böylece bir büyük aldatmaca altında (gerçek iktidar saklanarak ve o iktidara hiç bir eleştiri yöneltilmeyerek) tutulmaktadır.

Türkiye, sürekli kriz yönetim usulleri ile yönetilmeye çalışılmaktadır. Bu durum ya yasalar yoluyla ya da fiili durumlar yaratılarak yapılmaktadır. Yakın tarihte DEP milletvekillerinin gözetim altına alınması (2 Mart 1994) ve ardından Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği (9 Ocak 1997) ve 28 Şubat süreci, yaşadığımız ve halen bir model olarak varlığını sürdüren yönetme pratiğidir. Bu pratiğin, demokratik bir devlette yerinin olmadığı ve demokrasinin reddi anlamını taşıdığı açıktır. Bu uygulamaların tümü halk iradesine müdahale anlamını taşımaktadır. Süreç devam etmektedir ve bu durumda alınması gereken doğru tavır, halk iradesinin üstünlüğünü savunmak, o iradenin her tür baskıdan uzak olarak belirmesinin koşullarını yaratmaktır. İHD bu koşulların yaratılmasını istemektedir.

9- Çocuk hakları ihlal edilmektedir

İHEB’nin 25., BM.KSHS 24. maddesinde çocuklarla ilgili düzenlemeler yer almakta ve Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocukların haklarını ayrıntılı olarak düzenlemektedir. Türkiye, Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 17., 29. ve 30. maddelerine çekince koyarak imzalamış ve onaylamıştır.
Milyonlarca çocuk sokaklarda yaşamaktadır. OHAL bölgesinde yüzbinlerce çocuk eğitim olanaklarından yoksun tutulmaktadır. Kürt çocukları anadillerinde eğitim olanağından yoksundur. Milyonlarca çocuk, uluslararası sözleşmelere ve iç hukukun yasaklamasına karşın ağır işlerde çalıştırılmaktadır. Devlet, çocukları kaderine terketmiş durumdadır. Bunun yanında çocuklar, suç işlemeye yöneltilmekte, ağır cezlara çarptırılabilmekte ve işkence görebilmektedirler. UNICEF raporlarında Türkiye, çocukların barınma, beslenme, sağlık ve eğitim olanakları ve hakları bakımından en çok ihlale maruz bırakıldığı ülkelerden birisi olarak nitelendirilmektedir. Ve bu saptamalar gerçeği yansıtmaktadır. Aile, toplum ve okul yaşamında da çocuğun hakları konusunda yeterli bir insan hakları bilincinin oluştuğunu söylemek olanaklı değildir.

B-Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar (BM, ESKHS) açısından durum

İHEB’nin 22-29 maddelerinde, BM, ESKHS’nin ilk 15 maddesinde, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar düzenlenmiştir.
Türkiye’de çalışma yaşamının sorunlarını milyonlarca işçi ve çalışan halk çok acı bir şekilde yaşayarak öğrenmektedir. Çalışma hakkı, güvenceye bağlanmış değildir. Adil ve elverişli çalışma koşulları, uygun yaşama koşulları, güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları, dinlenme ve makul çalışma saatlerinden söz etmek olanaksızdır. Milyonlarca açık işsiz, çalışanlar açısından bir tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır.

Türkiye sendikal haklar alanında, 12 Eylül militer rejiminin çizdiği hukuki çerçeveyi aşabilmiş değildir. Son yıllarda, kamu çalışanlarının yığınsal mücadelesi ve sendikal istemleri çoğu kez zor, baskı ve gözaltılarla durdurulmak istendi. Grevli -toplu sözleşmeli sendika hakları tanınmadı.

Türkiye, sosyal güvenlik, beslenme, barınma hakları açısından da yurttaşlarının güvenceden yoksun bırakıldığı bir ülkedir.

BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ni (kabul edilişi 1966, yürürlüğe girişi 1976) hem ABD imzalamamıştır, hem de Türkiye. Türkiye, ABD patentli ekonomi politikalarını uygulayan bir ülkedir. Bu politikalar işçi sınıfı ve çalışanlar ve yoksul halk kesimleri için daima aleyhte üretilen politikalardır.

Son yıllarda gündeme getirilen özelleştirme uygulaması, salt mülkiyetin el değiştirmesinden ibaret değildir. Altında ideolojik bir yaklaşım söz konusudur. Özelleştirme ile birlikte işten çıkartmaların arttığı, özelleştirmenin yağmaya dönüştüğü görülmektedir.

İHD, ABD ve IMF patentli ekonomi politikalarının Türkiye halkının çıkarları ile çeliştiğine dikkat çekmek istemektedir.

İşkenceler, yargısız infazlar, düşüncelerini açıkladığı için insanların hapsedilmeleri, özetle kişisel ve siyasal haklar alanında yaşanılan olumsuzluklar aynen ve vahşi bir şekilde ekonomik ve sosyal yaşamda da yaşandı. Tüm bunlar, hakların birbiriyle ilişkisini ve bir bütün olduğunu göstermektedir.

Eğitimin, sağlığın özelleştirilmesine hız verildi. Sosyal devlet ilkesi bir yana bırakıldı.

Kültür ve bilim insanları tutuklandı, cezalandırıldı. Tek tip insan yaratmaya, resmi ideolojinin çizdiği sınırlar içinde düşünmeye, soru sormamaya, sisteme dönük eleştiri yönelmemeye insanlar zorlandı. Türkiye’nin aydın birikimi saldırı altında tutuldu, fakirleştirilmek istendi. Eğitim ve sağlığa, bilim ve kültür yaşamına değil, savaşa ve dini kurumlara yatırım ve harcama yapıldı.

C- Kürt Sorunu

Buraya kadarki gözlem ve saptamalarımız Türkiye’de yaşayan farklı sınıf, cinsiyet, siyasal görüş, farklı inanç ve etnik kökenden herkesi (Türk-Kürt, Laz, Çerkes, Alevi, Sunni vb.) kapsıyor.
Kürt sorunu İHD açısından, insan hakları ve demokrasi sorunu olarak görülmektedir. Ancak bu sorun herhangi bir hak kategorisine indirilmeyecek derecede girift bir sorundur. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölge, 1978 yılından bu yana Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal Yönetim Usulü ile yönetilmektedir. Toplam 6 ilde Olağanüstü Hal yürütülmektedir.
Bölgede 2738 köy boşaltılmıştır.
3 milyondan fazla Kürt zorla yerinden edilmiştir.
15 yıldır süren savaşta 40.000 yurttaşımız yaşamını yitirmiştir.
Asıl işi çiftçilik ve hayvancılık olan 60 bin Kürt köylüsü, korucu adı altında, sürdürülen savaşa taraf durumuna getirilmiştir.
Sayıları 20 milyonu bulan Kürtler, Türk anayasal ve yasal sisteminin dışında tutulmuşlardır.

Kürt dilini ve kültürünü yasaklayan 13 yasa bulunmaktadır. Bu yasalar aynı zamanda ifade özgürlüğünü de sınırlandıran ya da tanımayan yasalardır.

Bu yasalar nedeniyle Kürtçe adlar, kent, köy, dağ, ova adları kullanılmamaktadır. Kürt dilinin ve edebiyatının gelişimine engel olunmaktadır.

Bunlar, Anayasa, 2820 sayılı Siyasi Partiler, 2908 Sayılı Dernekler, Vakıflar, 1587 Sayılı Nüfus, 5442 Sayılı İl İdare Yasası, 2823 Sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi, 3713 Sayılı Terörle Mücadele, 5680 Sayılı Basın, 3257 Sayılı Sinema, Video ve Müzik Eserleri, 2559 Sayılı Polis Vazife Selahiyetleri, 3974 Sayılı Radyo Televizyon Yasası ve Nüfus Yönetmeliği’dir.

İHD, Kürt sorununun adil, barışçı, demokratik çözümünü savunuyor. Silahların susmasını, akan Türk ve Kürt kanının durmasını, ortak acıların dinmesini istiyoruz. Kürt sorununun çözümü için atılan her barışçı girişimi destekliyoruz. İnsanları söz öldürmüyor, silahlar öldürüyor.

Genel affı,işkencecileri,insanlığa karşı suç işleyenleri ve devlet içinde oluşturulmuş ve insanlarımızı gözaltında kaybetmiş,faili meçhul cinayetler işlemiş çeteleri kapsam dışında tutan bir genel affı, zorunlu görüyoruz. Kürt sorunu bağlamında, dil ve kültür yasaklarının kalkmasını istiyoruz. Boşaltılan köylere güvenli dönüş yollarının açık tutulmasını, köylülere tazminat verilmesini ve kendilerinden özür dilenmesini istiyoruz. OHAL, özel tim ve koruculuk sisteminin ve uygulamasının kaldırılmasını istiyoruz.

Üç ana başlık( A, B, C ) altında topladığımız görüşlerimiz, görüldüğü gibi bir bütün olarak, Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi sorunlarının saptanmasını ve çözüm önerilerini içeriyor. Her bir hak kategorisi için ve Kürt sorununun çözümü için, Anayasal ve yasal sistemin değişmesi zorunludur.

Anayasa tümüyle ve yeniden hazırlanmalıdır. Anayasal yapım sürecinde her siyasal görüşten ve etnik kökenden yurttaşlar tam bir özgürlük içinde yer almalıdır. Türkiye’nin geleceği için ileri sürülen görüşler nedeniyle hiç kimse ceza tehdidi altında tutulmamalıdır.

Anayasa tümüyle ulusalüstü insan hakları belgelerine dayanmalıdır.

MGK, Askeri Yargı, Sıkıyönetim, Diyanet İşleri Başkanlığı, DGM, YÖK , Terörle Mücadele Yasası kaldırılmalıdır.

Anayasa’da hak ve özgürlükler güvenceye bağlanmalıdır. Anayasa, Türkleri, Kürtleri, Lazları, Çerkesleri vb., Sunnileri, Alevileri, işçileri, kamu çalışanlarını dışlamamalıdır. Herkes, Anayasa’nın tam bir eşitlik ve özgürlük içinde, kendisini ifade ettiğine inanmalıdır.

Mahalli İdareler Genel Seçimleri Açısından Görüşlerimiz ve Kentli Hakları

Dünyadaki gelişmelere koşut olarak Türkiye’de de nüfusun çoğunluğu kentlerde yaşamaya başlamıştır .Son nüfus sayımına göre nüfusun yüzde 70’i kentlerde yaşamaktadır.

18 Nisan 1999 tarihinde Milletvekili Genel Seçimleri yanında, Mahalli İdareler Seçimleri de yapılacaktır. Türkiye’de yerel yönetimden (mahalli idare) ne anlaşıldığına ilişkin söyleyeceklerimiz var. Anayasa’nın 127. maddesinde mahalli idareler düzenlenmektedir Anayasa, mahalli idareden İl Özel İdaresini ve belediyeleri anlamaktadır. İl Özel İdareleri merkezi yönetimin taşradaki temsilcileridir. Bu düzenlemeye göre Türkiye’de yerel yönetim alanında ikili bir yönetim uygulanmaktadır. Anayasa’da ve İçişleri Bakanlığı kuruluş yasasında merkezi yönetimin yerel yönetim üzerinde açıkça ‘vesayet’ yetkisinin bulunduğu yazılıdır Bunun anlamı, merkezi yönetimin kentlerde yaşayan halka ve onların seçtiği yerel yöneticilere güvenmemesidir. İllerde Valiler, ilçelerde ise kaymakamlar eliyle yerel yöneticiler (Belediye Başkanları ve meclisler) vesayet altında tutulmaktadır. Örnek olsun, Belediye Meclisinin kent için hazırladığı bütçe, kaymakam ya da Valinin onayı olmadan yürürlüğe giremez.

İnsan Hakları Derneği, her konuya insan hakları açısından yaklaşır.Yerel yönetimlerle ilgili seçimlerde de bu yaklaşımını sürdürmektedir. Konuya bir insan hakkı olan, “Kentli hakları” açısından yaklaşmaktadır. Nedir kentli hakları, insan hakları ile ilgisi nasıl kurulabilir?

Kentli hakları, kentte yaşayan insanlara, diğer insan haklarına ek olarak tanınan haklardandır. Bu hak, bir ana başlık altında toplanan Dayanışma Haklarındandır.Dayanışma hakları, genelde kabul edildiği gibi, barış, çevre, insanlığın ortak malvarlığından yararlanma, halkların hakları, gelişme hakları gibi haklardan oluşur. Bu hakların ortak temeli, diğer insan haklarında da olduğu gibi insan onuruna yaraşır yaşam hakkı’dır. Her insan hakkı, bünyesinde dört unsuru barındırır. Bu unsurlar, Hakkın konusu, hakkın öznesi,hakkın muhatabı, hakkın ihlali durumunda yaptırım’dır. Dayanışma hakları ve bu arada kentli hakları bu dört unsuru da taşımaktadır.

İnsan Hakları Derneği, ulusalüstü insan hakları belgelerinde yer alan hakların yaşam bulması için çalışır. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler Rio ve Habitat Belgeleri ile bölgesel ölçekte kabul edilmiş Avrupa Özerklik Şartı ve Avrupa Kentsel Şartında yer alan ilkelere sahip çıkar.

Bize göre insan yerleşimlerinin oluşturulmasının temel amacı , insan onuruna uygun yaşamak ,gezmek, görmek ve kültürel etkinliklerde bulunmaktır.

Kent halkı hiçbir ayrım gözetmeksizin kentli haklarına sahiptir.

Kent halkı, kenti yönetecek temsilcilerini özgürce seçme, kent yönetimine tam katılma hakkına sahiptir. Başka bir ifade ile kent halkı, Avrupa kentli hakları deklerasyonununda belirlenmiş hakların tümüne sahiptir. Bu haklar, kentte insan onuruna uygun yaşamanın olmazsa olmaz koşullarıdır.

Türkiye’de kentli hakları ile ilgisi kurulabilecek 415 yasa vardır. Bu yasalardan 10 tanesi Osmanlı döneminden kalmadır. Belirtilen durumda, Türkiye’deki mevzuatın kentli hakları açısından da yeniden gözden geçirilmesine gereksinme vardır. Ayrıca yürürlükteki mevzuat, hukuk süreçlerinin işleyişi açısından etkisizdir. Etkisizlik birkaç noktada yoğunlaşmaktadır. İlki, yargısal süreçlerin kentli hakları ile ilgili problemlerde başvurucular açısından pahalı oluşudur. İkincisi yargısal süreçlerin uzun zaman alışındadır. Üçüncüsü, yargı kararlarının uygulamasında güçlüklerin bulunmasıdır. Özetle, Türkiye’de diğer insan hakları problemlerinde de görüldüğü gibi kentli hakları alanında da etkin iç hukuk yolları bulunmamaktadır. Bu durum, hakların hukuksal güvenceden yoksun olduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi insan haklarının yaşam bulmasında iki temel güce gereksinme vardır. Bunlardan ilki demokratik kamuoyunun gücüdür. İkincisi de hukukun gücüdür.

Türkiye’nin Anayasal ve yasal yapısının anti demokratik oluşu gibi bir saptamamızdan söz etmiştik. Kentli hakları açısından da bu saptamamız geçerlidir. Doğal, tarihsel ve kültürel değerlerin korunması yükümlülüğü öncelikle merkezi ve yerel yönetimdedir.Türkiye’de hem merkezi hem de yerel yönetimlerin bu alanda yarattıkları ya da neden oldukları tahribat gözler önündedir.

Kentler plansız yapılaşmaya açık haldedir. Merkezi ve yerel yönetimler, plan dışı yapılaşmayı önleme konusunda görevli ve yetkili oldukları halde, rantın her türlüsünü elde etme düşüncesiyle gecekondulaşmaya, kaçak yapılaşmaya, yeşil alanların yok edilmesine, doğal dengeninin bozulmasına, tarım alanlarının yapılaşmaya açılmasına olanak sağlayan kararlar vermişlerdir. Çok çarpıcı bir örnek Kırıkkale silah fabrikasıdır. Eskiden kentin dışında yer alan, bugün ise kent merkezinde, Kırıkkale ve yakın çevresinde yaşayan insanların yaşam haklarını tehdit eder halde bulunan bu cephanelik, yerel ve merkezi yönetimlerin kararları sonucu bir tehdit unsuru haline gelmiştir. Gelmiş geçmiş tüm vali , kaymakam ve belediye yöneticileri, fabrika çevresini yapılaşmaya açmak, kaçak yapılaşmaya göz yummakla suç işlemişlerdir. Benzer türden örnekleri Türkiye’nin çoğu il ve ilçelerinden gösterebiliriz. Trakya, Çukurova, Ege (Gediz, Menderes havzaları) tarım alanlarının sanayi yatırımlarına açılması, sanayi yatırımlarının tarım alanlarına ile nehir ve denizlere zehirlerini boşaltmalarına merkezi ve yerel yönetimler göz yummuşlar, hatta bu bir politika haline getirilmiştir. Koç Holding’e İstanbul Sarıyer orman alanında Üniversite kampüsü tahsis edilmesi ,Kocaeli’de Seka arazisinin otomotiv fabrikaları yatırımı için tahsis edilmesi, Türkiye’nin 600 noktasında siyanürle altın arama ruhsatı verilmesi, bu uygulamaların genel uygulama olduğunu göstermektedir. Kent içinde ulaşım ve dolaşım konusunda insan onuruna aykırı uygulamalar da genel bir pratiktir. Bir örnekle konu açıklanacak olursa, ulaşım ve dolaşım hakkı kentlinin kentli hakkıdır. Uygulama ise, kentlinin kent içinde ulaşım ve dolaşım hakkının kullanımının zorlaştırılması doğrultusundadır. Yerel yönetimler, kent içinde sokak ve caddelere üst ve alt geçitleri yapmayı genel uygulama haline getirdiler. Alt ve üst geçitler insan onuruna saldırıdır. Neden? Bu sorunun yanıtını verdiğimizde konu aydınlanacaktır. Türkiye’de nüfus sayımına göre, nüfusun yüzde l0’u engellidir. Örneğin Anara’da üçyüzbin engelli yaşamaktadır. Yaşlıları, hamile anne adaylarını, bebekli aileleri ve hastaları da düşündüğümüzde, öncelikle bu kesimlerin kent içinde dolaşmalarına, çeşitli aktiviteler içinde bulunmaları konusundaki karşılaşacakları güçlükleri anlamak olanaklıdır. Kızılay metrosunda tek bir yönde 61 basamak, Mithatpaşa, Necatibey caddeleri üzerindeki üst geçitlerde 26 basamak, Atatürk caddesi üzerindeki üst geçitlerde ve Meşrutiyet caddesi girişinde de 36 basamak vardır. Bu üst geçitleri,- kiminin adı geçicidir ve 7/8 yıldır bu geçiciliğini korumaktadır – cunta dönemi belediye başkanları ve ‘normal’ dönem çeşitli partilerden belediye başkanları yaptırmışlardır. Karşıdan karşıya geçişlerde bunu da yeterli görmeyerek metro alt geçitlerini ve üst geçitleri kullanmaları yolunda levhalar asılmaktadır. Bununla da yetinilmemekte, trafik polisleri yerleştirilmektedir.Yaşamı zorlaştırmak için merkezi ve yerel yönetimler ellerinden geleni yapmaktadır. O halde biz İHD olarak şu istemi yüksek sesle dile getirmeliyiz: Ulaşım ve dolaşım hakkı, kentlilerin hakkıdır.Yaya haklarına saygı gösterilmelidir. Kent içinde, çöp, kaldırımların işgali ve benzeri alanlarda da kentli haklarına aykırı uygulamalardan örnekler vermemiz olanaklıdır. Merkezi ve yerel yönetimlerin sağlıklı kent politikalarının olmayışı, sosyal devlet ilkesinin bir tarafa bırakılması sonucu konut sorunu, halkın temel sorunlarının başına yerleşmiştir. Gecekondu olgusu, kapitalistleşme sürecinin somut bir göstergesidir. Birleşmiş Milletler raporlarına göre ,dünyadaki 6 milyar insanın 1 milyar 250 milyonu konut hakkından yoksundur. Konut dışı yerlerde yaşamaktadır.Türkiye örneğine bakacak olursak, büyük kentlerde (Ankara, İstanbul ve İzmir) gecekondulaşma oranı ortalama yüzde 50 dir. Başka bir anlatımla, büyük kentlerde yaşayan halkın yarısı sağlıksız konutlarda yaşamak zorunda bırakılmıştır. Gecekonduların üzerine inşa edildiği topraklar ise kamu arazileridir. Böylece, merkezi ve yerel yönetimler, yurttaşların hem sağlıklı konutlarda yaşam hakkına olanak sağlamamakta , arazi tahsis etmemekte ve böylece onların mağduriyetine yol açmakta, hem de kentlerin plan dışı yapılaşmaya açılmasına neden olmaktadır. Dönemsel olarak da çıkarılan imar afları ve getirilen imar planları ile etik ilkelere aykırı ve fakat sistemin adaletsizliğine temelde uygun bir yöntemle, dünün ihtiyaç sahipleri, bugünün kamu arazilerinden rant elde edenleri haline getirilmektedir. Böylece düzen etik ilkeleri değil, fırsatçılığı, yağmayı teşvik etmektedir. Televizyonlarda gösterilen gecekondu yıkım sahneleri, planlı kentleşme çabalarının duyarlıklarının sergilendiği “iyi” örnekler olarak değil, yurttaşlarına sağlıklı konut olanağı sunmayan yönetimlerin kendilerini aklama ve göz boyama uygulamaları olarak değerlendirilmelidir. İHD, konut hakkını bir insan ve kentli hakkı olarak savunmaktadır. Merkezi ve yerel yönetimleri halkın konut edinme ya da sağlıklı konutlarda yaşamak için, ekonomik olanaklarının arttırılmasına dönük politikalar ve uygulamalar üretmeye çağırmaktadır. İHD arsa ve arazi mafyalaşmasına karşıdır. Gecekonduyu rant gelirine dönüştürmeyi amaçlayan imar uygulamalarına karşıdır. Gecekondu halkına siyasal çıkarlar adına “zenginleşme, köşeyi dönme ” çağrılarında bulunulmasına karşıdır. Bu bir yağma kültürü anlayışıdır.

İHD, yerel yönetimler alanında da , tam demokrasiyi ve kentli haklarına dayalı ilişkiler sistemini savunmaktadır. Biz, genel siyasal çerçevenin anti demokratik olduğu, yerel yönetimlerin merkezi yönetimin tam denetiminde olduğu bir sistemde, yerel yönetimlerde demokrasinin uygulanamayacağının bilincindeyiz. Türkiye’nin genel siyasal çerçevesi yanında yerel yönetimler alanında da köklü dönüşümlere gereksinme vardır.

Anayasal değişiklikler şarttır. Anayasanın 127.maddesi değiştirilmeli, yerel yönetim olarak yalnızca belediyeler anlaşılmalıdır. İl Özel İdarelerinin yasal varlığına son verilmelidir. Merkezi yönetimin vesayet yetkisi kaldırılmalı, merkezi yönetim, yalnızca eşgüdüm için bir örgütlenmeye gitmelidir. Kent halkı, kendi seçtiği temsilcileri ve gönüllü kuruluşların katılımı ile yerel hizmetler bakımından yönetilmelidir. Türkiye’nin tarafı bulunduğu Avrupa Özerklik Şartı ve 1992 Avrupa Kentli Hakları Şartı ilkelerine dayalı bir yönetim sistemi, yerel yönetim alanında egemen olmalıdır.

İHD, kentlilere, evrensel, bölgesel ve ulusal ölçekte tanınan haklardan, yerel ya da merkezi yönetimlerin uyguladığı politikalar nedeniyle yoksun bırakılan kent halkından, tarihsel, kültürel, mimari, çevre ve doğa değerlerinden yana taraftır.

Kentsel rant yaratma özel amacına dönük, merkezi ya da yerel yönetim politika ve uygulamalarına karşıdır. Bu politika ve uygulamalara karşı kenti, kentliyi ve değerlerini savunmaktadır

Sonuç:

Türkiye’nin insan hakları savunucuları, merkezi ve yerel yönetim düzeyinde iktidar olmayı hedefleyen siyasal kadrolara bir çağrıda bulunmaktadır. Bu çağrı, barış, özgürlük ve demokrasi çağrısıdır. Türkiye’nin anti demokratik nitelikli ve bir darbe ürünü olan Anayasal ve yasal yapısını insan haklarına dayalı, demokratik devlet ve toplum yapısına dönüştürme çağrısıdır. Biz, siyasal yaşamlarında baskıcı otoriter sistemi sürdürmüş, demokratik değişim istemlerine duyarsız kalmış ve bu sistemin yeniden üretimine katkıda bulunmuş siyasal kadrolara ve partilere oy vermeyeceğiz.

Seçimler öncesi izledikleri çizgi, açıkladıkları programlar ile insan hakları ve demokrasi konusundaki çalışmalarını bildiğimiz ve olumlu bir yaklaşım içersinde olduğumuz parti ve siyasal kadroların, seçimlere ayrı ayrı girecek olmalarını büyük bir zaafiyet olarak değerlendiriyoruz. Parlamentoda ve seçim meydanlarında da insan haklarını savunacak, insanın özgürleşmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesi için çalışacak insanlara gereksinme vardır. Emek, barış, özgürlük ve demokrasiden yana tavır ve programlarıyla geniş bir insan hakları aktivisti kesimin kendilerine sempati ile yaklaştığı genellikle sol, sosyalist partilerin aralarında bir birliğe ulaşamamış olmaları düşündürücüdür.

İHD açık desteğini, insan hakları,emek, barış, özgürlük ve demokrasiden yana olan siyasal kadro ve partilere sunmakta ve bunu kamuoyuna açıklamaktadır. Bu nitelikteki siyasal kadro ve partiler konusundaki tercihler ise kişiseldir ve İHD’nin ilgi ve yetki alanının dışındadır. O nedenle, milletvekili ve mahalli idareler genel seçimlerinde, öncelikle çeşitli siyasal partilerden aday olan üye ve yöneticilerimize ve insan hakları,emek, barış, özgürlük ve demokrasi için çalışmalar sürdüren siyasal kadro ve partilere başarılar dileriz.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Bir cevap yazın