26 HAZİRAN “İŞKENCE GÖRENLERLE DAYANIŞMA GÜNÜ”

İşkence, insan hakları ve insancıl hukuk tarafından yarım yüz yıldan bu yana tutarlı biçimde ve mutlak olarak yasaklanmıştır. Öyle ki, bu yasak olağanüstü hal  ve savaş zamanı da olmak üzere hiçbir istisna kabul etmez. Bu nedenle de işkenceyi yasaklamak, tıpkı köleliğin yasaklanması gibi insanlığın aydınlanma ve modernleşme serüveninin en ayırt edici özelliklerinden biri olmuştur.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1987 yılında “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme”yi kabul etmesi ve 1997 yılında ise bu sözleşmenin yürürlüğe girdiği gün olan 26 Haziran’ı “İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” olarak ilan etmesiyle işkencenin yasaklanması ve önlenmesi yönünde sürdürülen mücadele önemli bir aşama kat etmiştir.

Bununla birlikte işkence, günümüzde maalesef dünyanın pek çok ülkesinde devletler tarafından toplumlara karşı insanlık dışı bir cezalandırma-yıldırma aracı olarak kullanılmaktadır. Uluslararası insan hakları örgütlerinin hazırladığı raporlar, işkencenin sadece askeri diktatörlüklerde ve otoriter rejimlerde değil “demokratik” ülkelerde de uygulandığını ortaya koymaktadır. Özellikle, 11 Eylül 2001 sonrası yaşanan süreçte “teröre karşı güvenliği sağlama” gerekçesiyle işkenceyi meşrulaştıran ve işkencecileri koruyan tutum ve politikalar tüm dünyaya egemen olmuştur. Bu çerçevede işkencecilerin otoritelerce cezasız bırakılması, işkenceyi mümkün kılacak yasal düzenlemelerin yapılması, işkence yöntemlerini geliştirmek üzere bilim ve teknolojiden, bilhassa da tıbbın ve psikiyatrinin olanaklarından yararlanılması, işkence eğitiminin yanı sıra işkence aletlerinin üretim ve ticaretinin legal bir sektör haline getirilmesi üzüntü ve kaygı vericidir.

Dünya çapındaki bu olumsuz tablonun oluşumunda elbette Türkiye’nin de katkı ve payı bulunmaktadır. Her ne kadar son yıllarda bazı önemli uluslararası sözleşmeler imzalanmış ve TBMM onayından geçerek yürürlüğe girmiş, iç hukukta uluslararası standartlara uygun kimi reformlar yapılmış ise de, özellikle 2005 yılından itibaren yasal düzenlemelerde ve uygulamada insan haklarını erozyona uğratan bir dizi gelişme gerçekleşmiştir. Bu çerçevede işkence Türkiye’de özelliklede son dönemlerde ağırlık kazanan bir sorun olarak gerçekliğini korumaktadır. Özellikle Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda yapılan değişiklik sonrasında sıradan polis karakollarında, jandarma birimlerinde, açık alan ve sokaklarda, gösteri ve yürüyüşlere müdahale sırasında işkence ve kötü muamele uygulamalarının nicelik ve şiddetinde ciddi bir artış gözlemlenmiştir.

Gerek 2008 yılında gerçekleştirilen Newroz ve 1 Mayıs kutlamaları sırasında, gerekse 2009 yılında özellikle Diyarbakır, Hakkari başta olmak üzere güneydoğudaki bazı illerde gerçekleşen gösteriler sırasında, bilhassa da çocuk göstericilere yönelik olarak, güvenlik güçlerinin aşırı güç ve şiddet kullanımının sonuçları bu tespiti güçlendirmektedir. Aslında yaşamını yitiren Engin Ceber’ in cezaevinde gördüğü işkence uygulaması bile tek başına bu tespiti yapmak için yeterlidir.

İşkence olgusunun bu denli ağır bir sorun olarak gerçekliğini korumasının nedenlerinin başında mevzuatta yapılan değişikliklerin yetersizliğinin yanı sıra yasa uygulayıcılarının algı ve zihniyetlerinin aynen korunuyor olmasıdır.

İşkencenin sistematik bir olgu olarak varlığını sürdürüyor olmasının bir başka önemli nedeni ise cezasızlıktır. İşkence iddialarının resen soruşturulmaması, yapılan soruşturmaların etkin ve bağımsız olmaması, işkence yapan kamu görevlilerinin yargılanması için izin sistemine başvurulması, savcı ve yargıçların sübjektif tarafsızlıktan uzak zihniyet yapıları, zaman aşımı ve ceza erteleme vb. nedenlerle işkence yapan kamu görevlileri cezasız kalabilmektedirler.  

Bu çerçevede bir başka sorun alanı ise işkence gören kişiler hakkında açılan karşı davalardır. Polisin, herhangi bir biçimde güç kullandığı kişilerin, aslında kendilerine karşı mukavemette bulunduğuna ilişkin iddialar ve bunun sonucunda açılan davalar son yıllarda, bilhassa da PVSK da yapılan değişiklerle birlikte rutin bir uygulama haline gelmiştir.

Güvenlik güçleri gösteri ve yürüyüşlere müdahale, gözaltına alma işlemleri ya da adli görevi yerine getirme sırasında kişilerin direniş gösterdiği iddiasında bulunmaktadır. Böylece gerçekleşen işkence ve diğer kötü muamele biçimlerini meşru bir zor kullanmaya bağlayarak suçu örtbas etmeye çalışmaktadırlar. Bu gibi durumlarda genellikle işkence gören kişiler hakkında TCK m.265’e göre görevi yaptırmamak için direnme suçundan davalar açılmaktadır. Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün 2005-2007 verilerine göre 2007 yılında işkence (TCK m.94), ağırlaştırılmış işkence (TCK m. 95) ve zor kullanma yetkisine ilişkin sınırın aşılması (TCK m.256) suçlarından 1.105 kamu görevlisi hakkında karar verilirken görevi yaptırmamak için direnme (TCK m.265) sucundan toplam 16.938 yurttaş hakkında karar verilmiştir. Kamu görevlilerinin sadece 405’i yukarıda adı anılan 3 ayrı maddeden mahkûm olurken, yurttaşların 12110’u hakkında mahkûmiyet kararı çıkmıştır. Verilerin açıkça ortaya koyduğu üzere işkenceciler cezasızlık ile mükâfatlandırılırken, yurttaşlar üzerinde hem gördükleri muamele nedeniyle ve hem de davalar yoluyla ciddi bir korkutma, yıldırma ve cezalandırma yoluyla hak aramalarının önü dahi tıkanmaktadır. 

Özel olarak vurgulanması gereken temel husus şudur. Kürt sorununa çözüm bulunması ekseninde yaşanan toplumsal muhalefet süreçlerinde gözaltına alınan insanlara yönelik işkence ve kötü muamele uygulamaları son birkaç yılda dramatik bir biçimde artmıştır. Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü amacıyla bir araya gelen insanların üzerine yöneltilen orantısız ve aşırı güç kullanımı ile toplumsal muhalefet sokak ortasında işkence ve kötü muamele ile bertaraf edilmek istenmektedir. Daha önce çoğunlukla kapalı mekanlarda bilgi elde etme amacına dönük bir biçimde işlenen işkence suçu son yıllarda toplumsal muhalefetin sessizleştirilmesi amacıyla atılan sloganlardan hemen sonra kameralar önünde uygulanmakta, bu yolla işkence alenen işlenmekte ve sıradanlaşmaktadır. Kürt kimliğine ve bu kimliğin zorunlu olarak içerdiği talepleri seslendiren kitlelere karşı gösterilen yıkıcı öfke ve işkence fiilleri yargısal hoşgörü ve cezasızlıktan cesaret alarak yeniden üretilmekte ve meşru kılınmaktadır. Devletin güvenliğinin bahis konusu yapıldığı her düzeyde, İşkencenin meşru bir araç ve yöntem olarak devamını gerekli gören devlet aklının ve zihniyet çizgisinin değişmediği bilinen bir olgudur. Kürt sorununun çözümsüzlüğe terk edilmesinin kaynaklık ettiği gerilimler Kürtlere yönelik linç girişimleri ve kampanyalarını tetiklemektedir. Diğer yandan Bölge ölçeğinde çocuklara yönelik işkence ve kötü muamele uygulamaları bütün toplumun gözünün önünde cereyan edecek bir noktaya taşınmıştır. Çocuklara yönelik yaygın tutuklamalar ve Ağır Ceza Mahkemelerinde yürütülen yargılama süreçlerinin ruhsal ve bedensel sağlıklarında onarılması zor yaraların açılmasına kaynaklık edeceğini hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak karşı karşıya olduğumuz tablo vahimdir. Bugün ülkemizde yediden yetmişe, her yaştan, her cinsten, her meslekten, sosyal konumu, siyasî görüş ve inançları ne olursa olsun, bir suç işlesin ya da işlemesin herkesin, her zaman, her yerde hâlâ işkence görme riski vardır. Verilerinde gösterdiği gibi ülkede işkence uygulamalarında mağdur ve fail sayılarındaki artış dikkat çekicidir. Bu artışın sosyolojik olarak anlamı işkencenin kolektifleştiğidir. Zira işkence yapmak ya da görmek gibi insan onurunu zedeleyen ve bir bütün olarak toplum sıhhatini bozan bir deneyimin sayıca fazla insanın yaşantısına dahil olması, işkencenin bir süre sonra normalleşmesine neden olmaktadır. Böylece işkence, artık toplum dışı bir edim olmaktan çıkıp bizzat toplumsal yaşamın bir parçası haline gelmekte, meşrulaşmaktadır.

“26 Haziran İşkence Görenler ile Dayanışma Günü” vesilesiyle bu ülkede işkencenin son bulması ve “sıfır hoşgörü” politikasının gerçeklik kazanması için insan hakları savunucusu kişi ve kuruluşlar tarafından yıllardır ısrarla ifade edilen ve biri diğerine herhangi bir öncelik taşımadan, ivedilikle yapılması gerekenleri bir kez daha yinelemek istiyoruz.

İşkencenin yaşanmadığı günler diliyoruz.

DİYARBAKIR BAROSU İHD MAZLUMDER DİYARBAKIR TABİP ODASI TİHV

Bir cevap yazın