Yusuf Alataş’ın İHD 13. Olağan Genel Kurulu Açılış Konuşması

İHD 13. Olağan Genel Kurulu
04-05 Kasım 2006
Sayın divan,
Sayın konuklar
Sevgili insan hakları savunucusu arkadaşlarım,
Hepinizi şahsım ve insan hakları derneği genel yönetim kurulu adına içten duygularımla selamlıyorum.
Derneğimizin 13. Genel kurulu dolayısıyla sizlere hitap ederken, her türlü baskı ve engellemelere karşın referans aldığı uluslararası insan hakları ilkelerinden taviz vermeden ve daime ezilenden yana tavrını koruyarak 20 yıllık bir mücadele dönemini geride bırakan İHD’yi temsil etmekten büyük gurur duyduğumu ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Evet, İHD bu yıl 20. Yılını kutladı. 20 yıllık süreçte inanılmaz baskılar ve saldırılarla karşılaştık. 14 yönetici ve üye arkadaşımız öldürüldü. Genel başkanlarımız dernek merkezinde fiili saldırılara uğradılar. Sevgili Akın Birdal ölümden döndü. Hakkımızda yüzlerce soruşturma ve dava açıldı, açılmaya da devam ediyor. Kapatılmamız için de davalar açıldı. Birçok şubemiz idari tasarruflarla kapatıldı. Yargısal, idari ve fiili baskılar altında çalışmaya mecbur bırakıldık. Ama her şeye rağmen mücadelemizi sürdürüyoruz ve bu gün 13. Genel kurulumuzu yapıyoruz. Bu güne gelmemizde katkısı olan kurucularımıza, çilekeş üyelerimize ve yöneticililerimize huzurlarınızda teşekkür ediyor, yaşamını yitirenleri minnet ve şükranla anıyorum.
Değerli dinleyenler;
Demokrasi ve insan hakları açısından dünyada ve gerekse Türkiye’de son derece önemli gelişmeler yaşanmaktadır.
Dünyaya baktığımızda; ekonomik ve siyasal anlamda küreselleşme ve buna bağlı olarak geliştirilen tümüyle güçlü emperyal devletlerin çıkarlarını korumaya kurgulanmış “yeni bir dünya düzeni” kurma bağlamında bu devletlerin askeri müdahale ve işgallere varan saldırıları nedeniyle; bir yandan yüzyılların bir kazanımı olan kişisel ve siyasal hakların bütünü tehdit edilmekte; öte yandan da ekonomik ve sosyal haklar giderek ortadan kalkmaktadır.
Bu süreç, ücretlerden, sosyal güvenliğe, sendikal haklardan, sağlık hakkına kadar tüm hakları tehdit etmekte; açlık, sefalet, eşitsizlik, adaletsizlik ve ülkeler arası gelişmişlik farkı giderek artmaktadır. İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların dayatması ile, sosyal devlet anlayışı terkedilerek, tüm kamu hizmetleri özelleştirilmekte, parası olanın satın alabileceği metalar haline getirilmektedir.
Dünyanın doğal kaynakları hızla tüketilmekte, tüm insanlığın ortak mirası olan doğa tahrip edilip, çevre kirletilmektedir.
Başta Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi olmak üzere, dünya barışını sağlamaya yönelik olarak kurulmuş uluslararası kurumlar, yeni dünya düzeni kurmaya yönelik saldırı ve savaşları meşrulaştırmanın araçları olarak kullanılmaktadır. Afganistan, Irak, Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırı ve işgaller bunun tipik örnekleridir. Sudan ve Ruanda gibi ülkelerdeki soykırımlar görmezlikten gelinirken, ABD ve ortaklarının çeşitli ülkelere yaptığı askeri müdahalelere meşruiyet tanınmakta ve destek verilmektedir. Her gün çok sayıda sivil insanın yaşamını yitirmesine yol açan savaş ve saldırılarda, insancıl hukuk ilkeleri de tümüyle bir kenara itilmiş durumda. Bir yandan tutsaklara yapılan işkence ve insanlık dışı muameleler, öte yandan kafası kesilerek ya da kurşunlanarak, işkence altında öldürülen rehineler. Şiddet şiddeti doğuruyor. Adalet olmadan barışın olmayacağı çok açık.
2. Dünya savaşından sonra, “barışı sağlamak amacı ile savaşlara son verme” yaklaşımının yerini, “barışı sağlama için savaşma” anlayışı ikame edilmiş durumdadır.
Özellikle 11 Eylül 2001 Newyork saldırılarından sonra geliştirilen yeni güvenlik anlayışı, insan hak ve özgürlükleri üzerinde büyük tahribatlar yaptı.. 11 Eylül sonrasında hem ABD'de hem de tüm dünyada açık toplum, çok kültürlülük, insan hakları ve sivil toplum örgütleri 'güvenlikçi' bir paradigma ekseninde sorgulanmaya başlandı. 'Özgürlük mü, güvenlik mi?' dayatması ile insanlar özgürlüklerinden feragat etmeye zorlanıyor. Tüm toplumsal ve siyasal talepler 'terörizmle mücadele' söylem ve uygulamaları ile bastırılmaktadır.
Dünyadaki bu eğilimlere bağlı olarak, insan hakları kavramları ve kuruluşları da yeniden dizayn edilmek isteniyor. İnsan hakları kavramlarının içi boşaltılarak, yeniden biçimlendirilip, tanımlanıyor. İnsan hakları kuruluşları disipline edilmek isteniyor. Bu anlayış bir sorgulama tekniği olarak işkenceyi dahi meşru görecek kadar ileri gitmiş bulunuyor.
Bu genel gidişat insan haklarının kaynağı olarak gösterilen Avrupa ülkelerini de etkisi altına almış durumda. Yabancı düşmanlığı, etnik ve dini ayrımcılık, mülteci haklarının sınırlanması, islamifobi olumsuzluklardan sadece bazıları.
Türkiye’ye gelince; gerek ekonomik ve siyasal küreselleşmenin ve gerekse 11 Eylül sonrasında geliştirilen yeni “güvenlik” konseptinin Türkiye’yi de etkilemesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Ancak, 11 Eylül sonrasında geliştirilen “güvenlik” ve “terörizmle mücadele” anlayışı, Türkiye’de esasen uzun yıllardan beri uygulanan bir anlayış olduğu için, bu konudaki etkilenme çok fazla hissedilmedi.
Ekonomideki küreselleşmenin etkileri ise, toplumun tüm kesimlerince daha fazla hissedildi. IMF aracılığı ile uygulamaya konulan ekonomik programlar, geniş halk yığınlarının ekonomik ve sosyal haklarında büyük tahribatlar yaptı. İşsizlik ve yoksulluk çok büyük boyutlara ulaştı. Sosyal devlet kavramı ağza alınmaz oldu. Eğitimden, sağlığa; güvenlikten, doğal zenginliklere kadar her şey parası olanın satın alabildiği birer “mal”a dönüştürüldü.
Değerli konuklar, sayın dinleyenler;
Bu genel değerlendirmelerden sonra Türkiye’deki mevcut durumu biraz daha somut ve yakından değerlendirmek ve bu değerlendirmeler ışığında da İHD olarak geleceğe ilişkin talep ve beklentilerimize değinmek istiyorum.
Türkiye’de demokrasinin geliştirilmesi, insan haklarının korunması, hukukun üstünlüğü ve azınlık haklarının korunması alanlarında 1999 yılından itibaren başlatılan iyileştirme ya da bazı kesimlerin söylemi ile reformlar konusunda 2004 yılı sonlarından itibaren hissedilen ve giderek artan bir siyasi irade eksikliği, bir durgunluk var. Gerek içte ve gerekse uluslararası çevrelerde yapılan değerlendirmelerde bu hususta görüş birliğinin olduğu söylenebilir. Bu durgunluk ya da yavaşlamanın bazı alanlarda geriye gidişe dönüştüğü de bir gerçek. Dün 2006 yılının ilk dokuz ayına ilişkin insan hakları ihlallerinin bilançosunu açıkladık. Özellikle; ifade özgürlüğü, işkence ile mücadele, askerin sivil siyaset üzerindeki etkisi, hukukun üstünlüğü ve kadının insan hakları ile yargısız infazlar ve kuşkulu ölümlerde bir geriye gidiş ya da kötüleşme söz konusu.
Oysa, 1999-2004 döneminde anayasada ve yasalarda önemli ve kapsamlı değişiklikler yapılmış ve bizim de desteklediğimiz ilerlemeler sağlanmıştı. Kabul etmek gerekir ki bu dönemde eş zamanlı olarak bir araya gelen 2 temel faktör, demokratikleşme yönünde kolaylaştırıcı bir zemin yaratmıştı. Bunlardan birincisi 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’nin Avrupa birliğine aday ülke olarak kabul edilmesi ve üyelik koşulu olan Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirme yükümlülüğü altına girilmesi; ikincisi ise (ki bu faktör bilerek ya da bilmeyerek hep gözden kaçırıldı) 1999’da ilan edilen ateşkes sonucu çatışmaların durması ve tehdit algılamasının azalması idi.
2004 yılına gelindiğinde; Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirmeye yönelik olarak göreceli adımlar atılmış olmasına karşın; ateşkesin kalıcı bir iç barışa ve silah bırakmaya dönüşmesi için herhangi bir adım atılmamış, en azından buna ilişkin bir siyasi irade belirtisi gösterilmemiş idi. Böylece 2004 yılı Haziran’ında çatışmalar yeniden başladı ve giderek tırmandı. Buna bağlı olarak geliştirilen kışkırtılmış milliyetçilik, destek gören linç girişimleri, şiddet politikalarının yarattığı tahribat ve çözümsüzlük, beraberinde hak ve özgürlüklerde iyileştirme yapan yasaların geriye doğru değiştirilmesini, Terörle Mücadele Yasası değişikliği ile özgürlüklerin daha da kısıtlanmasını, demokrasi karşıtı anlayış ve çevrelerin güçlenmesini getirdi. Bunlara AB ile ilişkilerin her iki taraftan da kaynaklanan nedenlerle bozulması eklendiğinde ortaya bu günkü tablonun çıkması kaçınılmaz oldu.
Sayın dinleyenler;
Savaş karşıtı ve barışı savunan bir örgüt olarak; gerek dünya ve gerekse ülke sorunlarının şiddete dayalı politikalarla çözülemeyeceğini hep savunduk. Geldiğimiz nokta bu söylemlerimizin ne denli haklı olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Bir düşünür, insan haklarını “insanların acılarını azaltmakla ilgili barış projesinin bir parçası” olarak nitelemektedir. Bunu “insan hakları mücadelesinin nihai amacının barış olduğu” şeklinde de ifade edebiliriz. Fakat önemli bir tespiti de yapmak lazım; adalet olmadan barış olmaz. Sadece baskıya, şiddete ve yok etmeye kilitlenmiş politikalarla ne dünyaya ve ne de kendi ülkemize barış getiremeyiz.
Değerli dinleyenler;
Türkiye’nin iki temel ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Birincisi; çoğulcu, katılımcı, insan haklarına dayalı bir demokrasi, ikincisi ise; kapsamlı bir toplumsal barış hareketi ya da projesi.
Çoğulcu, katılımcı, insan haklarına dayalı bir demokrasi için:
Ana sorun, aynı ilkeleri içeren yani çoğulculuğu ve katılımcılığı esas alan, insan haklarına dayalı demokratik, sivil bir anayasa yapılmasıdır. Farklılıklarımızı koruyarak bir arada nasıl yaşayacağımızın temel kurallarını belirleyen yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız var. Toplumsal mutabakata dayanmayan, militarist yaklaşımlar içeren, çoğulculuğu reddeden ve katılımcılığı önemli ölçüde sınırlayan 1982 anayasası ile Türkiye’de gerçek bir demokratik düzenin kurulması, insan haklarının tam olarak güvence altına alınması ya da hukukun üstünlüğünün sağlanması mümkün değildir. Anayasa’nın sivil niteliği, içeriği kadar önemlidir.
Bu bağlamda; toplumsal mutabakat ile çoğulculuk, katılımcılık ilkelerini esas alan ve insan haklarına dayalı bir anayasa yapılırken;

  • Hiç bir gerekçe ile temel insan haklarının özüne dokunulamayacağı anayasa kuralı olarak öngörülmelidir.
  • Askerin görev ve yetkilerinin sınırları tam olarak belirlenmeli ve sivil iradeye tabi tutulmalıdır.
  • Hukukun üstünlüğünde hiç bir istisnaya yer verilmemeli, idarenin her türlü eylem ve işlemi istisnasız yargı denetimine tabi tutulmalı, askeri-sivil yargı ikilemine son verilmelidir.
  • Parlamentoda temsiliyet toplumun çoğulcu yapısı gözetilerek, anayasal norm haline getirilmelidir.
  • Yerinden yönetimi güçlendirecek, yeni anayasa normları geliştirilmelidir.
  • Vatandaşlık etnik yorumlara yer vermeyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir.
  • Anadilde eğitim temel bir hak olarak kabul edilmeli, kamu hizmetlerinin sunulmasında ve yararlanılmasında yerel dillerin kullanılmasına olanak tanınmalıdır.
  • Paris ilkelerine uygun bağımsız insan hakları kurumlarının kurulmasının anayasal temelleri oluşturulmalıdır.
  • Kadın erkek ve farklı cinsel tercihlere sahip olanların eşitliği yeniden düzenlenmeli, kapsamı daha açık belirlenmelidir.
  • Vicdani ret konusu temel bir hak olarak anayasa ile düzenlenmelidir.
Demokrasi alanında yasa düzeyindeki düzenlemelere gelince:

  • Siyasi partiler yasasında ve seçim yasalarında siyasi faaliyetleri sınırlayan ve farklılıkların parlamentoda temsilini engelleyen hükümler kaldırılmalıdır. Bu bağlamda, seçim barajının önümüzdeki ilk seçimde uygulanacak şekilde (bunun için gerekirse anayasa değişikliği yapmak suretiyle) düşürülmesi en ivedilikli sorunlardan birisidir.
  • Başta ceza yasası ve terörle mücadele yasası olmak üzere, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini sınırlayan yasa maddeleri tümüyle kaldırılmalı, zorunlu olanlar özgürlüğü sınırlamayacak şekilde yeniden düzenlenmelidir.
  • İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesine Ek Seçmeli protokol TBMM tarafından gecikilmeden onaylanmalıdır.
  • Seçmeli Protokolün onaylanması ile birlikte, gözaltı merkezlerinin ve cezaevlerinin izlenmesi için bağımsız kurullar oluşturulmalıdır.
  • Paris prensiplerine uygun bağımsız kamusal insan hakları kurumları oluşturulmalıdır
  • Uluslararası Ceza Mahkemesi statüsüne taraf olunmalıdır.
  • Cenevre sözleşmelerindeki çekinceler de kaldırılarak, mültecilik hukuku yeniden ve uluslararası hukuka uygun olarak düzenlenmeli, mültecilik başvurularını inceleyecek ihtisas mahkemeleri oluşturulmalıdır.
  • İnfaz hukuku ve başta tecrit olmak üzere infaz koşulları düzeltilmeli, infaz hakimlikleri tutuklu ve hükümlülerin şikayet ve taleplerinin daha etkili bir şekilde inceleyip, sonuçlandıracak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. İnsan hakları kuruluşlarına ve hükümlü/tutuklu hakları konusunda çalışma yapan kurumlara doğrudan dava açma hakkı tanınmalıdır.

Türkiye’nin ikinci temel ihtiyacı olan kapsamlı bir toplumsal barış hareketi ya da projesi olduğunu söylemiştim:
Bu projenin en önemli ve öncelikli ayağı çatışmaların durması ve çatışmasızlığın sürekli bir iç barışa dönüştürülmesidir. Bunun için 1 Ekimden itibaren ilan edilen tek taraflı eylemsizlik kararı bu konuda önemli bir fırsat oluşturmaktadır. Dileğimiz daha ileri bir aşamaya gelinebilmesi için, bu eylemsizliğin bütünüyle fiili bir çatışmasızlık ortamına dönüşmesidir. Bu bağlamda zorunluluk olmadıkça güvenlik güçlerinin operasyonlar yapmaması yaşamsal öneme sahiptir.

Bu açıdan bakıldığında, askeri yetkililerin yaptığı açıklamalar kaygı verici olup, sivil politikaların geliştirilmesine engel oluşturmaktadır.
Çatışmasızlık sürecinin, kalıcı bir silah bırakmaya evirilmesi, sorunun çözümü konusunda barışçıl sivil politikaların geliştirilmesine bağlıdır. Bu anlamda bir çaba içerisine girildiğinin, böyle bir niyete sahip olunduğunun izleniminin verilmesi dahi ortamın yumuşamasına, gerilimin azalmasına, daha sağduyulu değerlendirmelere olanak sağlayacaktır. Bu konudaki temel görev ve sorumluluğun siyasi iktidara yani hükümete düştüğü kuşkusuzdur. Fakat diğer devlet kurumlarının, sivil toplumu oluşturan sendikaların, meslek kuruluşlarının, insan hakları kuruluşlarının, derneklerin, vakıfların ve nihayet tek tek aydınların sürece katkı sunması da son derece önemlidir.
Burada medyanın rolüne ayrıca değinmek gerekir. Medyanın bu süreçte pozitif bir tutum izlemesi, yumuşamaya, gerilimlerin azalmasına ve sağlıklı bir tartışma ortamının oluşmasına yol açacaktır.
Herkesin en azından şiddetin hiç bir koşulda çözüm olmadığı hususunda birleşmesi ve tahriklerden kaçınması demokratik ve barışçıl bir çözümü kolaylaştıracaktır.
Türkiye demokrasisinin ve insan haklarının önündeki en önemli engel “Kürt sorunu” dur. Bu sorunun, toplumsal uzlaşmaya dayalı demokratik, barışçıl çözümü aşağıda diğer alanlarına değineceğim, toplumsal barış projesinin omurgasını oluşturmaktadır. Bu sorunun nasıl çözüleceği konusunda farklı görüşler savunulabilir. Ancak nasıl çözülemeyeceği konusu hiç kimse tarafından reddedilemeyecek şekilde netleşmiş bulunmaktadır ki; bu da silahlı yöntemlerle çözülemediğidir. Bu tespit sorunun tüm ilgilileri için geçerlidir.
O halde, çözüm ülke bütünlüğü korunarak demokrasi içerisinde uzlaşmaktan geçmektedir. Bütün yurttaşlarımızın esenliği için, çocuklarımızın ve onların çocuklarının gelecekleri için bunu başarmak durumundayız. Biz İnsan Hakları Derneği olarak bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Bu güne kadar olduğu gibi, bundan sonra da kalıcı, onurlu ve adil bir çözüm için mücadele edeceğimizi huzurunuzda bir kez daha ifade ediyorum.
Toplumsal barışa zarar veren önemli konulardan birisi de sayıları milyonlara varan Alevilerin varlıklarının ve taleplerinin neredeyse yok sayılmasıdır. Bu sorun alevi kuruluşlarının görüşleri doğrultusunda çözüme kavuşturulmalı, özellikle zorunlu din ve ahlak dersleri kaldırılmalıdır.
Türban konusu laiklik ilkesi çerçevesinde, fakat hak ve özgürlükleri de engellemeyecek şekilde toplumsal uzlaşma ile çözülmelidir.
Adaletin sağlanması, gelecekte aynı suçların işlenmesinin önlenmesi ve toplumda yeniden güvenin sağlanması bakımından “geçmişle yüzleşme”, toplumsal barış projesinin belki de en zor, bir o kadarda önemli bir parçasıdır. Ermeni sorunu ile yüzleşilmesi ve askeri darbeler sonrasındaki insanlık suçlarının soruşturulması, sorumlularının yargı önüne çıkarılması, geçmişle yüzleşilmesinin önemli ayaklarını oluşturmaktadır.
Başta tecrit olmak üzere cezaevleri koşullarının düzeltilmesi, vakit geçirilmeden ölüm oruçlarının sonlandırılması toplumsal barışın bir parçası olarak da önemli ve acil bir sorundur.
Toplumsal projenin bir başka önemli ayağı; başta etnik, dini, ideolojik, cinsel, bedensel olmak üzere her türlü ayrımcılığın önlenmesidir. Bu amaçla;

  • Ayrımcılığın önlenmesine ilişkin genel bir yasa, örneğin “Ayrımcılığın Önlenmesi Yasası” hazırlanmalıdır.
  • Ayrımcılıkla ilgili AİHS’nin 12 nolu protokolü imzalanıp, onaylanmalıdır.
  • Çocuk hakları sözleşmesine konulan çekinceler kaldırılmalıdır.
  • “Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı” imzalanıp, onaylanmalıdır.
  • Bölgelerarası eşitsizliği giderici, bölgesel kalkınma planları yaşama geçirilmelidir.
  • Yasalardaki ayrımcılık içeren hükümler değiştirilmelidir.
  • Ayrımcılık konusunda bilinçlendirme ve eğitim çalışmaları programlanmalı, bu konuda insan hakları ve diğer sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılmalıdır.
  • Mevcut ders kitapları ve diğer eğitim araçları taranarak, ayrımcılık içeren kısımlar ayıklanmalıdır.
  • Kadının insan hakları konusunda temel bir yasa çıkarılmalı, her alanda erkeklerle tam bir fırsat ve hak eşitliği sağlanmalıdır.
  • Kadına karşı her türlü şiddetin önlenmesi hususunda yasal yaptırımlar yanında, esnek ve hızla hareket edebilen idari mekanizmalar oluşturulmalıdır.
  • Engelli hakları yasal güvenceye kavuşturulmalıdır.
  • Medya ve diğer iletişim araçları ile ayrımcılığın ve hoşgörüsüzlüğün özendirilip kışkırtılması, uluslararası insan hakları ilkelerine uygun olarak önlenmelidir.
Sayın konuklar; değerli arkadaşlar;
Sözlerimi bitirirken, içinden geçmekte olduğumuz sürecin çağdaş, demokratik, barışçıl ve insan haklarına dayalı bir Türkiye’nin doğum sancıları olmasını; 13. Genel kurulumuzun da Türkiye insan hakları hareketine yeni bir ivme kazandırmasını diliyor, hepinize saygılar sunuyorum.
Yusuf Alataş
Genel Başkan

Bir cevap yazın