26.12.2011
Bir süredir eski Özel Harekât Polisi Ayhan Çarkın yaptığı açıklamalar ile siyasal, sosyal tarihimizin karanlık bir dönemi yeniden gündeme geldi. Ayhan Çarkın’ın itiraf ettiği cinayetler ve bu cinayetleri mümkün kılan bağlantılar, aslında kamuoyunun bilmediği olaylar değildir. Zira insan hakları örgütleri bu gerçekleri yıllardır bıkmadan usanmadan ısrarla dile getirdiler. Kaldı ki Ayhan Çarkın’dan önce eski JİTEM elemanı Abdülkadir Aygan da aynı döneme ilişkin pek çok cinayetten söz etmişti.
Sözü edilen bu dönem, Devletin özelde ‘Kürt Sorunu’na, genelde tüm muhalif unsurlara yönelik olarak özel bir yaklaşım geliştirdiği 90’lı yılların başlarıdır. Bu dönemde, özellikle ‘Kürt Sorunu’nu çözmek (!) amacıyla, “terörle mücadele” adı altında yaygın olarak başvurulan olağanüstü hal uygulamaları ve “özel harekât/harp” teknikleri nedeniyle başta faili meçhul cinayetler ve zorla kaybetme eylemleri olmak üzere ağır insan hakları ihlalleri yaşanmıştır.
Bu ihlaller, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın kamuoyunda “Susurluk Raporu” olarak bilinen raporundan, TBMM’nin “Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu”na ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına kadar pek çok ulusal ve uluslararası belgede açıkça dile getirilmiştir. Örneğin Susurluk Raporu’nda “(…) söz konusu baskıların OHAL bölgesinde yoğunlaştığı, baskı ve öldürme olaylarının 1992 yılından itibaren tırmanışa geçtiği, 1994, 1995, 1996 yıllarında dikkati çekecek düzeyde arttığı…”[1] ifade edilmişti. TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı rapora göre ise 1980 ile 1990 yılları arasında toplam 18 faili meçhul cinayet gerçekleşirken 1991 yılında bu sayı birden 24’e çıkmakta, ardından çok daha hızlı bir artışla 1992 yılında 316’ya, 1993 yılında ise 314’e sıçramaktadır.[2]
Aynı dönemde gerçekleştirlen gözaltında zorla kaybetme eylemlerinin sayısını kayıt altına alan bir devlet birimi bulunmamakla birlikte başta kurumlarımız olmak üzere insan hakları örgütlerinin kayıp vakalarına ilişkin verilerinde de aynı yıllarda dramatik bir artış olduğu görülmektedir.
Ancak, 90’lı yılların başında yaşanan bu ağır insan hakları ihlalleri mülga ve mevcut yasal mevzuatımız nedeniyle zamanaşımına uğrayarak soruşturulmadan, araştırılmadan ve failleri açığa çıkarılıp cezalandırılmadan tarihin derinliklerine gömülmesi riski taşımaktadır. Bu bakımdan o yıllarda işlenmiş pek çok suçla ilgili bilgi veren ve dahası öldürülenlerin yerini göstereceğini söyleyen Ayhan Çarkın’ın açıklamalarının savcılar ve mahkemeler tarafından çok iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.
Oysa Ayhan Çarkın’ın “bizzat ellerimle gömdüm” dediği Ayhan Efeoğlu ile kardeşi Ali Efeoğlu’nun gözaltında zorla kaybedilmeleri olayı ile ilgili olarak sürdürülen soruşturmalara İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından vakaların 2008 ve 2009 yıllarında zamanaşımına uğramış olması nedeniyle takipsizlik kararı verilmiştir. Hatırlanacağı gibi Ayhan Efeoğlu, 1992 yılında İstanbul’da sivil polislerce gözaltına alınmış ve bir daha kendisinden haber alınamamıştı. 1994 yılında yine sivil polislerce gözaltına alınan kardeşi Ali Efeoğlu’nun da akıbeti aynı olmuştu.
Efeoğlu kardeşler hakkında eski Türk Ceza Kanunu’nun “kasten insan öldürme” suçunu düzenleyen 450. maddesi kapsamında yürütülen ve 20 yıllık zamanaşımı süresine tabi olan soruşturma, Cumhuriyet Savcılığı’nın zamanaşımının 15 yıl olduğuna karar vermesi sonucu henüz 20 yıl dolmadan kapatılmıştır. Savcılığın kararına göre; Ayhan ve Ali Efeoğlu işkence sonucunda, fakat öldürme kastı olmaksızın öldürülmüşlerdir. Dosyada öldürme kastının olmadığını gösteren hiçbir delil bulunmazken Cumhuriyet Savcılığı hukuk kurallarını zorlayarak zamanaşımı süresini 15 yıla indirmektedir. Cumhuriyet Savcılığı’nın “hukuki bir hata yapmak”tan ziyade “hukuki bir hata yaratma çabası” olarak değerlendirebileceğimiz bu kararı kaygılarımızda ve iddialarımızda ne kadar haklı olduğumuzu bir kez daha açıkça ortaya koymaktadır.
Ülkemizde yaşanan ağır insan hakları ihlallerinin mutlak olarak son bulmasının önündeki en önemli engel faillerin/sorumluların korunması ve cezasız kalmasıdır. Cezasızlığa yol açan faktörlerin başında ise “zamanaşımı” sorunu gelmektedir. Zamanaşımının temel nedeni ise mevzuatın yanı sıra etkin ve bağımsız soruşturmanın yapılmamasıdır.
Eski polis Ayhan Çarkın’ın yaptığı itiraflar sonucu Ayhan Efeoğlu olayında “öldürme kastının” varlığı somut olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Ayhan Efeoğlu’nun yakınlarının avukatları tarafından yapılan itirazlar yetkili makamlarca hızla değerlendirilmeli ve dosya yeniden açılarak bu vaka etkin ve bağımsız biçimde soruşturulmalıdır.
Sonuç olarak zamanaşımı adaletin yok olduğu andır. Yakın geçmişimizde yaşanan ağır insan hakları ihlallerinin bir daha asla yaşanmaması ve adaletin tesis edilmesi için kamu görevlilerince gerçekleştirilen “işkence ve kötü muamele”, “öldürme” ve “kaybetme” suçlarında cezasızlığı besleyen “zamanaşımı” kaldırılmalıdır. Türkiye’nin taraf olduğu ulusal üstü insan hakları sözleşmelerinde insanlığa karşı işlenen suçlara zamanaşımı uygulanamaz. Bu yalın gerçeği Savcıların öğrenmesi ve uygulaması gereklidir. Bu bir zorunluluktur. Bunun yanısıra Özellikle gözaltında zorla kaybetme eylemlerini insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul eden, bu nedenle de söz konusu suçların zamanaşımına tabi kılınamayacağını belirten Birleşmiş Milletlerin “Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme”si Türkiye tarafından hiçbir çekince koyulmadan derhal imzalanmalı ve onaylanmalıdır.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı
İnsan Hakları Derneği
[1] Başbakanlık Teftiş Kurulu Susurluk Raporu Sayfa 20.
[2]TBMM “Ülkemizin Çeşitli Yörelerinde İşlenmiş Faili Meçhul Cinayetler Konusunda Araştırma Komisyonu Raporu”[2] Esas No 10/90, Tarih 12.10.1995 Sayfa 162.