Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısı hakkında Ortak Basın Açıklaması

23 Mart 2012

 

Ulusal ve uluslararası düzeyde bütün insan hakları kuruluşları, akademik dünya, dahası kanun tasarısını hazırlayan ya da tasarıyı üstlenmesi beklenen bakanlık ve ilgili kamu kurumları tarafından açık ortamlarda karşı çıkılan/üstlenilmeyen/savunulmayan/uygun olmadığı ifade edilen Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısında ısrar etmenin hiçbir meşruiyeti bulunmamaktadır…

 

Bir önceki parlamento döneminde gündeme getirilen ancak 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri nedeniyle kadük olan Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHK) Kanunu Tasarısı Bakanlar Kurulu tarafından 5 Mart 2012 tarihinde yeniden TBMM Başkanlığı’na, 15 Mart 2012 tarihinde ise ilgili TBMM komisyonlarına sevk edildi.

Ulusal ve uluslararası insan hakları kuruluşları, konuyla ilgili akademisyenler, hukukçular ve hatta ilgili kamu birimlerinin temsilcileri tarafından yapılan onca eleştiri ve itiraza, hele bunların birkaç ay önce gerçekleştirilen “uluslararası resmi bir toplantı”da tekrarlanmasına rağmen TİHK Kanunu Tasarısının hiçbir değişiklik yapılmadan, dahası bir önceki parlamento dönemindeki kendileri tarafından yapılan kimi küçük olumlu değişikleri bile yok sayarak Hükümet tarafından tekrar TBMM’ye sevk edilmesi bizlerde büyük bir şaşkınlık, hayal kırıklığı ve öfkeye yol açmıştır.

Hükümetin demokrasi, katılımcılık ve insan haklarına gösterdiği saygı bakımından önemli bir ölçüt olan bu gelişmeden ciddi bir şekilde kaygı duymaktayız.

 

Paris İlkeleri çerçevesinde bir “Ulusal İnsan Hakları Kurumu”nun oluşturulması Türkiye’nin kaçınamayacağı bir yükümlülüğüdür:

Aslında Paris İlkeleri[1] çerçevesinde Türkiye’de bir ulusal insan hakları kurumunun oluşturulmasına yönelik tartışmalar 2004 yılından bu yana Hükümetlerin olduğu kadar insan hakları alanında çalışan kişi ve kurumların da gündemindedir.

Çünkü hak ihlallerin önlenmesi, insan haklarına saygının güçlendirilmesi dolayısıyla da ülkenin demokratikleşmesi bakımından önemli fonksiyonlar üstlenebilme potansiyeline sahip böylesi bir kurumunun oluşturulması hem Türkiye’nin taraf olduğu Birleşmiş Milletler (BM) belgelerinde tavsiye edilen bir gerekliliktir, hem de Avrupa Birliği (AB) üyeliği sürecinde “Katılım Ortaklığı Belgesi” ve “İlerleme Raporları”nda da belirtildiği gibi Türkiye’nin mutlaka yerine getirmesi gereken bir ev ödevidir.

Yasayla oluşturulmalarına karşın ulusal insan hakları kurumlarının diğer devlet kuruluşlarından ve siyasal iktidardan özerk olması Paris İlkeleri’nin özü ve ruhunu oluşturur. Çünkü ulusal insan hakları kurumlarının kurulması ihtiyacı basit bir çelişkiden doğmaktadır; “Olası ihlalcinin aynı zamanda koruyucu olmasının mümkün olmadığı gerçeğidir”. Evrensel bir gerçeklik olarak biliyoruz ki insan haklarının en büyük ihlalcisi devletler ve hükümetlerdir. Dolayısıyla ihlalleri önlemeye, hakları korumaya yönelik olarak oluşturulacak bir kurumda mutlak surette yönetim hiyerarşisinden bağımsız, onu dışarıdan gözlemleyebilen ve denetleyebilen bir örgütlenme modeline sahip olmak zorundadır.

Paris İlkelerinin ruhunu oluşturan bir başka husus ise ulusal insan hakları kurumunun oluşturulması sürecinin ülkede insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için etkinlik gösteren sivil topluma ait tüm sosyal güçlerin çoğulcu temsiline ve katılımına açık olmasıdır. Kısacası bu süreç mutlak şekilde şeffaf, katılımcı ve demokratik olmalıdır.

Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısının öyküsü:

Maalesef 2004’den bu yana TİHK Kanun Tasarısının yapılış süreci Paris İlkelerinin ruhuna aykırı bir biçimde gelişme göstermiştir. Hükümet tarafından hazırlanan kanun tasarıları hep emrivaki tarzında olmuştur. Hazırlanan bu tasarılar ya sır gibi saklanmış ya da ilgili kamuoyu ile son dakikada paylaşılmıştır. Tasarılar hazırlanırken genellikle insan hakları kuruluşlarının ve sivil toplumun görüşlerine başvurulmamıştır. Başvurulduğu hallerde ise yapılan eleştiri ve öneriler hiçbir şekilde dikkate alınmamış ya da tasarılarda konunun özüne uygun değişikliklere gidilmemiştir.

Nitekim daha önce 60. Hükümet TİHK hakkında bir kanun tasarısı hazırladığını kamuoyuna 2009 Mayıs’ında duyurmasına karşın insan hakları örgütleri tasarının içeriğini ancak 28 Ocak 2010 tarihinde Tasarı TBMM Başkanlığı’na sunulduğunda öğrenebilmiştir.

Öte yandan söz konusu Tasarı Anayasa Komisyonu’nda ele alındığı sırada 16 değişik kuruluşun (ki bu sayının yaklaşık üçte birini ilgili bakanlıklar ve hükümet ajanları oluşturmaktadır) Komisyon’a davet edilmek suretiyle görüşlerine başvurulmuştur. Komisyonda görüş belirten sivil toplum kuruluşlarının nerdeyse tamamı Tasarının oluşturulmak istenen TİHK’nın bağımsızlığını ve çoğulculuğunu hiçbir şekilde güvence altına almadığını ısrarla belirtmişlerdir.  Yapılan tüm itiraz ve eleştirilere karşın Anayasa Komisyonu bunları dikkate almamış ve tasarıda şekli denebilecek birkaç düzenleme yapmakla yetinmiştir.

Yine de Komisyon’un bizleri dinlemiş olmasını ve bunun sonucunda küçük de olsa tasarıda bazı değişikliklere gitmiş olmasını değerli ve önemli bulduğumuzu özellikle belirtmek istiyoruz.

Tasarı 13 Ocak 2011 tarihinde Anayasa Komisyonu tarafından kabul edilerek TBMM Genel Kuruluna gönderilmişti. Ancak Tasarı, Genel Kurul’da görüşülemeden 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri nedeniyle kadük olmuştu.

Gelinen aşamada ise Hükümet, daha önce TBMM Anayasa Alt Komisyonu ve Anayasa Komisyonu tarafından yapılan kimi küçük olumlu değişikliklere dahi hürmet etmeyerek Tasarının ilk halini 5 Mart 2012 tarihinde TBMM Başkanlığı’na yeniden sevk etme özensizliği göstermiştir. Bugüne kadar başta insan hakları örgütleri olmak üzere ilgili tüm kesimlerin öneri ve eleştirilerini hiçbir şekilde dikkate almayan ve hatta bizzat kendi milletvekillerinin çalışmalarını bile “çöpe atan” bu özensiz ve emeğe saygısız tutum ülke demokrasisi açısından kaygı vericidir. Diğer bütün eleştiriler bir yana sadece bu tutum kendi başına Tasarı’nın meşruluğunu ortadan kaldırmaktadır.

Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısı bu haliyle neden kabul edilemez:

Çünkü;

–                      Tasarı Uluslararası kriterlere aykırı olarak katılımcılık, kapsayıcılık ve şeffaflık ilkeleri dikkate alınmaksızın hazırlanmıştır.

–                     Tasarıda birey/yurttaş merkezli olarak değil, devlet merkezli bir yaklaşım egemendir.

–                      Kanun Tasarısı ile öngörülen Türkiye İnsan Hakları Kurumu, var olan diğer insan hakları kurumları gibi bir Hükümet kurumu olarak tasarlanmıştır.

–                      Türkiye İnsan Hakları Kurumu, diğer önceki tüm insan hakları kurumları gibi bir başkanlık mekanizması olarak tasarlanmıştır. Başkanın istememesi durumunda Kurumun çalışma imkânı neredeyse yoktur.

–                     Üyelerin atanması her hangi bir nitelik aranmaksızın Hükümetin inisiyatifindedir.

–                     Tasarıda Kurum üyelerinin tarafsızlık ve bağımsızlığı, bilhassa da Kurumun mali bağımsızlığı yeterince güvence altına alınmamaktadır. Kurumunun bağımsızlığını koruyabilmesi için kendi bütçesini kendisinin oluşturması, bütçenin önemli bir kısmının Meclis onayıyla genel bütçeden ayrılması gereklidir.

–                     Tasarıda personel yapı ve sayısının 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanuna tabi kılınmasının Kurumun bağımsızlığını olumsuz yönde etkileyecektir.

–                     Kurul üyelerinin çoğulculuğu ve katılımcılığı güvence altına alınmamıştır.

 

Birlikte çalışma yürüten hak temelli tüm sivil toplum örgütleri tarafından defalarca dile getirilen bu değerlendirmeler aynı zamanda başta Ulusal İnsan Hakları Kurumlarıyla ilgili BM Uluslararası Koordinasyon Komitesi Akreditasyon Alt Komitesi (ICC-SCA) olmak üzere BM ve AB’nin konuyla ilgili uzmanları tarafından da yazılı ve sözlü olarak defalarca yinelenmiştir. Dahası söz konusu kuruluş ve uzmanlar tarafından bu tasarıyla oluşturulacak ulusal insan hakları kurumunun hükümetin iddia ettiği gibi Paris İlkeleri’ ne göre “A statüsü” almasının mümkün olamayacağı, bu nedenle tasarının geri çekilmesi ve katılımcı bir şekilde yeni bir taslağın hazırlanmasının en uygun yol olduğu görüşleri paylaşılmıştır.

Benzer eleştirilere, Avrupa Birliği Katılım Ortaklığı Belgesi’nin 23. Fasılı kapsamında “İnsan Hakları Kurumları” başlığında 17 – 21 Ocak 2011 tarihlerinde ülkemizi ziyaret eden AB uzmanlarının ilgili kamu ve sivil toplum kurumlarının temsilcileriyle görüşmeler yaparak hazırladıkları raporda da yer verilmektedir. Bu raporda, Paris İlkeleri’ne göre kurulacak bir insan hakları mekanizmasının temel özelliğinin fiili ve hukuki bağımsızlık olduğu belirtilerek Türkiye’de hali hazırda var olan insan hakları kurumlarından hiç birinin bağımsız izleme yapmadığını, kurulacak ulusal insan hakları kurumunda hükümet yetkililerinin karar alma mekanizmalarında bulunmaması, oy verme yetkilerinin olmaması ve illa ki kurum içinde yer almaları öngörülüyorsa bu pozisyonun da sadece “istişari” nitelikte olması gerektiği belirtilmektedir. Raporda ayrıca, mevcut TİHK Kanun Tasarısı’nın bağımsız bir mekanizma öngörmemesi nedeniyle yeni bir kanun tasarısının hazırlanması gerektiği de açıkça belirtilmektedir.

İşin ilginç ve şaşırtıcı tarafı ise tüm bu eleştirilerin çok daha kapsamlı bir şekilde, daha birkaç ay önce, 19-20 Aralık 2011 tarihlerinde Ankara’da bizzat Avrupa Birliği Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen “Ulusal İnsan Hakları Kurumları” konulu TAIEX Siyasi Kriterler Seminerinde de dile getirilmiş olmasıdır. Organize eden kuruluşlardan ve başlığından da anlaşılacağı gibi bu seminer AB uyum süreci gereği zorunlu olarak yapılan bir toplantıydı ve katılımcı profili olabildiğince geniş tutulmuştu. Uluslararası uzmanların ve Bakanlık yetkililerinin yanı sıra diğer ilgili kamu kurumlarının ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ve akademisyenlerin yer aldığı bu seminerde de katılımcıların büyük çoğunluğu TİHK Kanunu Tasarısının yeni baştan yapılması gerekliliğinde hemfikir olmuşlardı.

Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısı BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek Protokolü’nün (Seçmeli Protokol) öngördüğü nitelikte bağımsız, işlevli ve etkin bir önleme mekanizmanın oluşturulmasına izin vermiyor:

Çünkü Seçmeli Protokol’ün öngördüğü bağımsızlığı güvence altına alınmış “ulusal önleme mekanizması” söz konusu Tasarı ile Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun bir alt birimi haline getirilmektedir. Bu, “ulusal önleme mekanizması”nın oluşturulması sürecinin de kapsayıcı ve şeffaf olmadığı anlamına gelir.

Ayrıca Kanun Tasarısı’nda işkenceyi önleme görevini üstlenecek birimin işlevli ve etkin kılacak ayrıntılı düzenlemelere yer verilmemiştir.

Bunların yanısıra Tasarıya göre sınırlı sayıda kişiyle görev yapacak olan Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun, öngörülen yapısıyla işkenceyi önleme fonksiyonunu etkin bir şekilde yerine getirebilmesi fiziken mümkün değildir. Zira işkence ve kötü muameleyi önlemek üzere oluşturulacak bağımsız “önleme mekanizması” bu kapsamda sadece Emniyet ve Jandarma birimlerini değil aynı zamanda sivil cezaevleri, askeri cezaevleri, askeri disiplin koğuşları, askeri üslerde bulunan güvenlik birimleri, sığınmacı ve mültecilerin tutulduğu birimler, hastanelerin kapalı tedavi birimleri, yatılı okullar, yetiştirme yurtları gibi kişilerin kendi iradeleri ile ya da iradeleri olmasa da konuldukları ancak kendi iradeleriyle ayrılmalarına izin verilmeyen her türlü mekân ve koşulları denetlenmek durumundadır. Oysa ülkemizde halen sadece Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı 3.220 hizmet birimi, Adalet bakanlığına bağlı içinde 130.617 mahkûmun yaşadığı 377 adet Cezaevi bulunmaktadır. Rakamlar iş yükü ve sorumluluğun ne denli büyük olduğunu açıkça göstermektedir. Dolayısıyla Tasarı’nın öngördüğü gibi toplam 11 kişiden oluşacak TİHK’nın alt birimi olarak daha az sayıda kişiyle görev yapacak bir “önleme mekanizması”nın bu iş yükünün altından kalkması mümkün değildir.

TBMM, Seçmeli Protokolü 12 Mart 2011 tarihinde de onaylamıştır. Ardından onay prosedürünün BM ile ilgili bölümü 27 Eylül 2011 tarihinde tamamlanmıştır. Türkiye bu tarihten itibaren 1 yıl içinde Seçmeli Protokol’ün gerektirdiği bağımsız önleme mekanizmasını oluşturmak zorundadır. Bu yeni bir durumdur ve işkence ile mücadele açısından gerçekten büyük imkân yaratmaktadır. Bu bakımdan Bakanlar Kurulu içinde oluşturulan Reform İzleme Grubu’nun 16 Mart 2012 tarihindeki 25. toplantısında belirtildiği gibi, Seçmeli Protokol’ün onaylanmasının getirdiği yükümlülükten hareketle, işkencenin önlenmesine yönelik ulusal önleme mekanizması görevinin de, kurulması öngörülen Türkiye İnsan Hakları Kurumu tarafından yerine getirilmesi asla kabul edilemez

 

Sonuç olarak;

TBMM’ye sevk edilen Tasarının bu şekilde kanunlaşmasıyla oluşturulacak Türkiye İnsan Hakları Kurumunun da şu anda var olan sorunlu ve işlevsiz resmi insan hakları kurul ve kurumlarından hiç bir farkı olmayacaktır.

Yukarıda sıralamaya çalıştığımız gerekçelerden dolayı ulusal ve uluslararası düzeyde insan hakları kuruluşları, akademik dünya, dahası kanun tasarısını hazırlayan ya da tasarıyı üstlenmesi beklenen bakanlık ve ilgili kamu kurumları tarafından kamusal ortamlarda karşı çıkılan/üstlenilmeyen/savunulmayan/uygun olmadığı ifade edilen Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısında ısrar etmenin hiçbir mantığı ve meşruiyeti bulunmamaktadır.

Kanun Tasarısı’na yönelik insanlık ailesinin ortak aklı ve birikiminin ürünü olan evrensel standartlar çerçevesinde yapılan tüm eleştiri ve uyarılara rağmen mevcut Tasarıda ısrarlı olunması fikre ve emeğe karşı büyük bir saygısızlıktır.

Yinede her şeye rağmen sağduyunun galip geleceğini ve yanlıştan dönülebileceğini umut etmek istiyoruz.  Demokrasinin ve insan haklarına saygının gereği olarak Tasarı derhal geri çekilmeli ve yapılan eleştiriler ışığında evrensel standartlar ve halkımızın gerçek ihtiyaçları öncelenerek katılımcı bir biçimde yeniden hazırlanmalıdır.

Hak temelli çalışan sivil ve demokratik toplum örgütlerinin birlikteliği ile bu konuda amaca uygun bir ulusal insan hakları kurumu oluşturulması için her türlü etkinlik gerçekleştirilecektir.

 

 

 

Helsinki Yurttaşlar Derneği,
İnsan Hakları Derneği,
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği,
Türkiye İnsan Hakları Vakfı
ve Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi

 


[1] Kısaca Paris İlkeleri olarak bilinen “İnsan Haklarının Geliştirilmesi ve Korunması İçin Kurulan Ulusal Kuruluşların Statüsüne İlişkin İlkeler”, BM İnsan Hakları Komisyonu’nun 3 Mart 1992 tarihli 1992/54 sayılı ve BM Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihli 48/134 sayılı kararlarıyla kabul edilmiştir.

Bir cevap yazın