Reyhan Yalçındağ’ın 2. Olağanüstü Genel Kurul Açılış Konuşması

Sayın Divan,
Saygıdeğer İnsan Hakları Savunucuları,
Değerli Delege Arkadaşlarım,

Derneğimizin 2. Olağanüstü Genel Kuruluna hepiniz hoş geldiniz diyor, sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Derneğimizin 21 yılını geride bıraktığımız bu süreçte, yönetim organlarındaki değişiklikler nedeniyle bugün Olağanüstü Kongremizi gerçekleştiriyoruz. Geçirdiğimiz 21 yıl, biz insan hakları savunucuları açısından demokrasi ve özgürlükler için mücadele etmekle geçirdiğimiz bir süreç oldu. 22 yönetici ve üye arkadaşımızın yaşam hakkına kastedildi. Genel başkanlarımız dernek merkezinde fiili saldırılara uğradılar; Sevgili Akın Birdal suikaste uğradı. Hakkımızda yüzlerce soruşturma ve dava açıldı, açılmaya da devam ediyor. Kapatılmamız için de davalar açıldı. Birçok şubemiz idari tasarruflarla kapatıldı. Bugüne kadar idari, yargı ve militarist idari bürokrasinin baskıları altında çalışmaya mecbur bırakıldık. Ama bütün bu bedellere, baskılara rağmen mücadelemizi bugüne kadar sürdürdük. Bizi bugünlere taşıyan ve demokrasi ve insan hakları mücadelesinde yaşamını yitiren kurucu, üye ve yönetici olan yoldaşlarımızı; herkesin politik kimliğiyle tanıdığı, ancak siyasete atılmadan önce Cizre Temsilcimiz olan ve geçtiğimiz Haziran ayında yitirdiğimiz barış ve demokrasi sevdalısı sevgili Orhan Doğan’ı sizin huzurunuzda saygıyla, sevgiyle, minnetle anıyorum.
 
Olağanüstü Kongremizi bir nevi İHD Ailesi içinde yapılan kapsamlı bir buluşma olarak değerlendirmek ve kendi yapısal sorunlarımızı aşma için bir fırsat olarak da görmek gerekiyor.

Saygıdeğer Arkadaşlar,

Kongremizi gerçekleştirdiğimiz bugünlerde insan hakları açısından dünyada ve Türkiye’de son derece önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Gerek bölgemiz olan Ortadoğu’da ve gerekse dünyanın birçok coğrafyasında, egemen devletler, kendi kirli çıkarları için tarihsel dokuyu, yaşam hakkını, insanlığı hiçe sayarak korkunç tahribatlar yaratmakta ve öldürülen her bir insanla insanlık ailesinin değerlerini eksiltmektedirler. Öte taraftan küreselleşme adı altında kendileri için “yeni bir dünya düzeni” kurmak adına saldırgan emperyal devletlerin çıkarlarını korumaya kurgulanmış işgalci politikalarını artırmaktadırlar. Bu işgalci politikalar nedeniyle salt yaşam hakkı değil; buna bağlı olarak her üç kuşak altında tariflediğimiz hak alanları ihlal edilmektedir. Bu süreçte açlık, yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik ve ülkelerarası gelişmişlik farkı giderek artmaktadır. Dünyanın doğal kaynakları hızla tüketilmekte, tüm insanlığın ortak mirası olan doğa tahrip edilip, çevre bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde kirletilerek gelecek kuşaklara yaşam şansı tanınmamaktadır.

Başta Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi olmak üzere, dünya barışını sağlamaya yönelik olarak kurulmuş uluslararası kurumlar, yeni dünya düzeni kurmaya yönelik saldırı ve savaşları meşrulaştırmanın araçları olarak kullanılmaktadır. Afganistan, Irak, Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırı ve işgaller bunun tipik örnekleridir. Sudan ve Ruanda gibi ülkelerdeki soykırımlar görmezlikten gelinirken, ABD ve ortaklarının çeşitli ülkelere yaptığı askeri müdahalelere meşruiyet tanınmakta ve destek verilmektedir. Her gün çok sayıda sivil insanın yaşamını yitirmesine yol açan savaş ve saldırılarda, insancıl hukuk ilkeleri de tümüyle ihlal edilmektedir. Guantanamo başta olmak üzere birçok cezaevinde tutsakların insanlık dışı muamele görüntülerine sessiz kalınmakta.

 
“Güvenlik mi özgürlük mü” ikilemine yanıt, 11 Eylül’den sonra “salt güvenlikçi anlayış” olmuştur. Bu anlayış, ciddi hak ihlallerinin yaşanmasına yol açtı. 11 Eylül sonrasında tüm dünyada, demokrasi mücadelesi veren dinamikler, insan hakları örgütleri, vb. 'güvenlikçi' bir paradigma ekseninde sorgulanarak hakların rahatlıkla askıya alınabileceği mesajı verildi. Dünyadaki bu eğilimlere bağlı olarak, insan hakları kavramları ve kuruluşları da yeniden dizayn edilmek istenmekte; insan hakları kavramlarının içi boşaltılarak, yeniden biçimlendirilip, tanımlanmakta. Bu zihniyet, neredeyse insanlığa karşı işlenen suçlardan olan işkenceyi dahi meşru görecek kadar ileri gitmiş bulunuyor.
 
Sevgili Delege Arkadaşlarım,
 
Türkiye de dünyaya hakim kılınmaya çalışılan konseptten etkilenmekle birlikte, kurulduğu günden bugüne yapısına egemen olan militarist ve anti-demokratik karakterden dolayı, bu etki çok fazla hissedilmedi. 
 
İnsan Hakları Derneği, kurulduğu 1986’dan beri, hükümetlerin politik rengine göre değil, eylem ve işlemlerine göre; temel sorunların demokratik yöntemlerle çözülmesi iradesinin sergilenip sergilenmemesine göre tutum almaktadır. Bizim odaklandığımız konu, hükümetlerin, insan hakları standartlarına, temel özgürlükler meselesine yaklaşımıdır. Ancak Türkiye’nin insan hakları sorunları yalnızca anayasal ve yasal çerçeveden yani mevzuattan kaynaklanmamaktadır. Sorun, devletin anti-demokratik, eril ve militarist yapısından; statükocu karakterinden ve uygulama sorunlarından da kaynaklanmaktadır.
 
Türkiye’de 1999-2004 yılları arasında AB’ye adaylık süreciyle ilgili yapılan yasal değişikliklerden geriye dönüldüğü, kaşıkla verilen hakların kepçeyle geri alındığı bir süreçten geçiyoruz. 2004 yılına gelindiğinde; Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirmeye yönelik olarak göreceli adımlar atılmış olmasına karşın; ateşkesin kalıcı bir iç barışa ve silah bırakmaya dönüşmesi için herhangi bir adım atılmamış, en azından buna ilişkin bir siyasi irade belirtisi gösterilmemişti. Türkiye’nin en temel sorunsallarından Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözülmemsinden, şiddet dışı araçlarla çözüm üretilmemesinden kaynaklı, Haziran 2004’de yeniden başlayan çatışmalarda birçok insanımızı yitirdik. 2004’den 2007 Haziranına kadar çıkan çatışmalarda 1.239 insanımız yaşamını yitirirken, 782’si de yaralanmıştır. Çatışma sürecine ve Kürt sorunundaki çözümsüzlüğe bağlı olarak geliştirilen kışkırtılmış milliyetçilik, destek gören linç girişimleri, şiddet politikalarının yarattığı tahribat ve çözümsüzlük, beraberinde hak ve özgürlüklerde iyileştirme yapan yasaların geriye doğru değiştirilmesini, Terörle Mücadele, PVSK gibi yasalarda özgürlüklerin daha da kısıtlanmasını, yaşam hakkının koruma altından çıkmasını, devlet içi yasadışı yapılanmaların ve demokrasi karşıtı anlayış ve çevrelerin güçlenmesini getirdi. Sadece 2007 yılının ilk altı ayında 14 sivil, yargısız infaz sonucu yaşamını yitirmiş ve 9 kişi de saldırılar sonucu yaralanmıştır. Çatışma ortamından kaynaklı ciddi hak ihlalleri yaşanmakta, güvenlik görevlileri keyfi bir biçimde sivil insanları da hedef almakta ve Siirt’ e bağlı Çeme Kare ve Erenkaya Köyleri başta olmak üzere bölgedeki birçok köyün yeniden zorla boşaltılma çabaları söz konusudur. İHD, zorla köy boşaltma iddialarını yerinde incelemek üzere heyet oluşturmuş ve konuyla ilgili raporlar hazırlayarak ilgili otoritelere sunmuştur. Konuyla ilgili ayrıca mağdurlara gönüllü hukuksal hizmet de verilmektedir. Yine geçtiğimiz günlerde Van’ın Özalp ilçesine bağlı Yukarı Koçkıran Köyünde Ejder Demir isimli köylünün askerler tarafından yasadışı biçimde yargısız infaz sonucu öldürüldüğü iddiası, PVSK’da yapılan değişiklikler öncesi İHD’nin duyduğu kaygıların haklılığını açığa çıkartmıştır. İHD, her koşulda yaşam hakkının kutsal ve dokunulmaz olduğunu yıllardır ifade etmekte ve yaşam hakkının korunması için mücadele etmektedir. İHD, aynı zamanda çatışmalı süreçte ve savaş ortamında da İnsancıl Hukuk Kaidelerine uyulması gerektiğini savunmaktadır. Ancak çatışmaların yeniden başladığı Haziran 2004’den bu yana silahlı çatışmaların ve operasyonların gerçekleştiği bölgelerde insancıl hukuk kaidelerinin çiğnendiğine tanıklık ettik. Şırnak ve Siirt başta olmak üzere, çatışmalarda yaşamını yitiren silahlı militanların cenazelerindeki uzuv kaybı, cenazelerin ailelere verilmemesi, çatışma bölgesinde gömme gibi uygulamalar yanıtlanması gereken sorular içermektedir.
 
Her türlü şiddet araçlarına karşı olan ve BARIŞ’ı savunan bir örgüt olarak; gerek dünya ve gerekse ülke sorunlarının şiddete dayalı politikalarla çözülemeyeceğini hep savunduk. Geride bıraktıklarımız, bu söylemlerimizin ne denli haklı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Adalet olmadan, insanların onurda eşit olmasını savunmadan barışa ulaşamayız. Sadece baskıya, şiddete ve yok etmeye kilitlenmiş politikalarla ne dünyaya ve ne de kendi ülkemize barış getiremeyiz.
 
Değerli İnsan Hakları Savunucuları,
 
Kongremizi gerçekleştirdiğimiz bu süreçte, Türkiye’nin temel insan hakları sorunları çözüm beklemeye devam etmektedir. Birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklar alanında ciddi ihlaller yaşanmaktadır. Aldığı gemi yapım ve onarım siparişleriyle Türkiye'yi dünya beşinciliğine taşıyan Tuzla tersaneleri, 12 günde yaşanan 5 ölümlü iş kazasıyla yeniden gündeme geldi ancak yetkililerden her zaman olduğu gibi tatmin edici tek bir açıklama yapılmadı. Son 15 yılda 68 işçinin yaşamını yitirdiği Tuzla’ nın ve benzer işyeri koşullarının insan onuruna aykırı koşullar barındırdığı bilindiği halde, insanlar yoksulluğun dayatması sonucu tercih etmek zorunda bırakılıyorlar. Açlık ve yoksulluğun kader olarak dayatıldığı bir ülkede kişi sağlığını tehdit eden işyerlerinde insanlar ve çocuklar çalıştırılmaya devam edecek gibi görünüyor. İHD, ekonomik ve sosyal hakların güvence altına alındığı, işyerinde sağlık güvencesinin istisnasız sağlandığı bir yaşam için mücadele etmeye devam edecektir.
  
19 Ocak 2007’de, insan hakları savunucusu, tüm hayatını Türkiye halklarının kardeşliğine ve toplumsal barışa adayan Sevgili Hrant Dink’in öldürülmesindeki birçok karanlık nokta aydınlatılmayı beklemektedir. Düşünce ifade özgürlüğüne gösterilen tahammülsüzlük ve muhalif olanı düşman olarak gösterme pratiği, sokaktaki linçlere, evlere ve işyerlerine saldırılara, aydın katline dönüşmektedir. Yurttaşlarımız, son günlerde Dink’in katil ve azmettirici zanlılarına methiyelerin düzenlendiği, suçun övüldüğü, halkın bir kesiminin “öteki” gösterilerek onlara saldırının meşruluğunu içeren şarkı ve görüntüleri kaygıyla ve dehşetle izlemektedir.
 
Sevgili Arkadaşlar,
 
Çok ciddi insan hakları meseleleriyle karşı karşıyayız. Sorunlarımızın daha fazla gözyaşı dökülmeden çözülmesi mümkün. Bu bağlamda, yapılması gerekenler, çoğulcu, katılımcı, “öteki”leştirmeye karşı, insan haklarına dayalı bir demokrasiye ulaşmak ile toplumun tüm dinamiklerini hayata geçiren, kapsamlı bir toplumsal barış hareketi ya da projesidir. Bu bağlamda 1 Eylülde ilan edilen Barış Meclisinin son derece önemli olduğunu, halklarımızın daha fazla acı çekmesini engelleyecek bir barış hareketinin merkezi olabileceğine inanıyorum.
 
Çoğulcu bir demokrasi için ilk ele alınması gereken demokratik ve sivil bir Anayasa’nın hazırlanmasıdır. Farklılıklarımızı zenginlik addedip koruyarak, bir arada eşit olarak nasıl yaşayacağımızın temel kurallarını belirleyen yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız var. Kürt sorununu çözmede anahtar olacak, tüm “öteki”leştirilenleri Türkiye’nin temel dokusu olarak görecek bir toplumsal sözleşme olmalı bu. Toplumsal mutabakata dayanmayan, militarist yaklaşımlar içeren, çoğulculuğu reddeden ve katılımcılığı önemli ölçüde sınırlayan 1982 anayasası ile Türkiye’de gerçek bir demokratik düzenin kurulması, insan haklarının tam olarak güvence altına alınması ya da hukukun üstünlüğünün sağlanması mümkün değildir. Anayasa’nın sivil niteliği, içeriği kadar önemlidir. Ancak şu ana kadar AKP’nin hazırlamış olduğu Anayasa taslağının, tüm bu ihtiyaçlara cevap verecek, sorunlarımızı çözen bir sözleşme olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Bu bağlamda;
 
  • Hiç bir gerekçe ile temel insan haklarının özüne dokunulamayacağı anayasa kuralı olarak öngörülmelidir.
  • Askerin görev ve yetkilerinin sınırları tam olarak belirlenmeli ve sivil iradeye tabi tutulmalıdır.
  • Hukukun üstünlüğünde hiç bir istisnaya yer verilmemeli, idarenin her türlü eylem ve işlemi istisnasız yargı denetimine tabi tutulmalı, askeri-sivil yargı ikilemine son verilmelidir.
  • Parlamentoda temsiliyet toplumun çoğulcu yapısı gözetilerek, anayasal norm haline getirilmelidir.
  • Yerinden yönetimi güçlendirecek, yeni anayasa normları geliştirilmelidir.
  • Vatandaşlık etnik yorumlara yer vermeyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir.
  • Anadilde eğitim temel bir hak olarak kabul edilmeli, kamu hizmetlerinin sunulmasında ve yararlanılmasında yerel dillerin kullanılmasına olanak tanınmalıdır.
  • Paris ilkelerine uygun bağımsız insan hakları kurumlarının kurulmasının anayasal temelleri oluşturulmalıdır.
  • Kadın erkek ve farklı cinsel tercihlere sahip olanların eşitliği yeniden düzenlenmeli, kapsamı daha açık belirlenmelidir. Mevcut Anayasa'nın 10. maddesine 'cinsiyet, farklı cinsel kimlikler ve cinsel yönelimler' tanımının getirilmesini gerekli görüyoruz.
  • Vicdani red konusu temel bir hak olarak anayasa ile düzenlenmelidir.

Değerli İnsan Hakları Savunucuları,

 
Cezaevleri
Türkiye’de hem adli mahkumların hem de politik mahkumların tutulduğu cezaevleri, çocuk ve kadınların tutulduğu cezaevleri, BM Minimum Cezaevleri Prensiplerinin öngördüğü koşullardan uzaktır. Politik mahkumların tutulduğu cezaevlerinde tecridin 24 saate yayıldığı, bizzat cezaevinde tutulmanın kendisinin işkence ve kötü muamele olduğu koşullar yaşanmaktadır. İmralı Cezaevi gibi dünyada şu anda örneğine rastlanılmayan Tek Kişilik Cezaevi uygulaması yine tecrit ve izolasyonun en ağırlaştırılmış hali olarak uygulanmaktadır. Türkiye’deki cezaevlerinde temel insan hakları, yıllardan bu yana çıkartılan genelgelerle minimize edildi ve halen de edilmektedir. Son on aylık çalışma dönemimizde de en fazla başvuru aldığımız alanlardan biri “cezaevleri” oldu. Cezaevlerinde aileleri ile telefonla konuşma hakkı, eğer konuşulan dil Kürtçe ise ihlal edilmekte ve konuşma Kürtçe olduğu an telefon görüşmesi kesilmektedir. Yine iletişim, sağlık ve tedavi hakkı gibi haklar ciddi şekilde ihlal edilmekte, kantinden alınan bisküviden pasta yapmak veya biberden turşu yapmak bile, “kantin malzemelerini amaç dışı kullanmak” tan dolayı keyfi idari cezalara çarptırılma konusu olmaktadır. Ortak kullanım alanlarında uygulanan süre, cezaevi idarelerinin keyfiyetine göre değişmektedir. Sadece 2007’nin ilk altı ayında cezaevlerinde dört insan yaşamını yitirmiş ve 43 de işkence vakası tespit edilmiştir. Cezaevlerinde insanca yaşam mücadelemize ve tüm çabalarımıza rağmen, bu dönemde de herhangi bir ilerleme sağlanamadı. Son olarak 17 Eylülde Sincan 2 No’lu F Tipi Cezaevinden Kırıkkale Cezaevine 28 politik ve 72 adli hükümlü sevk edildi. Sevk edilen hükümlülerin birçoğu Kırıkkale Cezaevi bahçesinde ağır işkence ve saldırılara maruz kaldı. İHD, bu saldırının da takipçisi olmuş, birçok makama konuyla ilgili hazırlanan raporları sunmuştur.

İşkence
Diğer çalışma dönemlerimizde olduğu gibi, bu süreçte de İşkenceye Sıfır Tolerans söylemi, yerini uygulamada İşkenceciye Sınırsız Toleransa bırakmıştır. Sadece bu yılın ilk altı ayında toplam 376 işkence vakası tespit edilmiştir. Son olarak Beyoğlu Emniyet Müdürlüğünde gözaltında bulunan Nijeryalı bir göçmenin öldürülmesi iddiası, işkencede gelinen aşamanın göstergesidir. Türkiye’de işkence halen sistematik olarak uygulanmakta; sadece işkencenin yöntemleri değişmektedir. Gözaltı yerleri dışında 89 işkence vakasının tespit edilmiş olması, kayıtdışı gözaltının ne kadar yaygın olduğunu ispatlamaktadır.

 
Düşünce ve İfade Özgürlüğü
Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin Mayıs 2007’ de Ankara 28.Asliye Ceza Mahkemesi’nin Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu hakkında TCK’nın 216/ 1 maddesine göre açılan davadan verdiği beraat kararını bozmasının ardından, Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün ne boyutta kullanılabildiği bir kez daha açığa çıkmıştır. 2004-2006 çalışma raporunun giriş yazısında bu davanın beraatle sonuçlanmasının önemli olduğunu söylerken, bugün aradan 10 ay geçtikten sonra Yargıtay’ın kararı bozmasıyla birlikte Oran ile Kaboğlu’nun yeniden yargılanacaklarını belirtiyoruz. Bu bile, ifade özgürlüğü alanında ciddi gerilemeler yaşandığının kanıtıdır. Dün (21 Eylül 07), Genel Merkez binamızda açıkladığımız Türkiye’nin 2007 yılı altı aylık İfade Özgürlüğü Raporu, demokratik çağcıl ülkelerde görünmeyecek şekilde ifadenin suç sayıldığını ortaya koymuştur. Sadece 2007 yılının ilk altı ayında 451 kişi hakkında 93 dava açılmıştır. İHD, bu süreçte de bilim insanları, aydınlar, muhalif gazeteciler ve siyasetçiler hakkında açılan davaların takipçisi olmaya çalışmış; bu esnada İHD’nin birçok yöneticisi hakkında da benzer davalar açılmıştır.
 
Kadının İnsan Hakları
Kadına yönelik her türlü şiddet, bu dönemde de hızından hiçbir şey kaybetmedi. Kadınlar, Türkiye’nin birçok yerinde “namus” gerekçe gösterilerek katledildi. Ayrımcılığın önlenmesi, fırsat eşitliği, kadın-erkek eşitliğinin eğitim, sağlık, çalışma gibi yaşamın tüm alanlarında eksiksiz uygulanması hayata geçirilemedi. Erkek egemen sistemin anti-demokratik uygulamaları, kadının insan haklarının ne kadar kolay ihlal edilebileceğini göstermeye devam etti. Sadece 2007 yılının ilk altı ayında 14 kadın namus gerekçesiyle, 22 kadın aile içi şiddet sonucu öldürülürken; 33 kadının intihar sonucu yaşamını yitirdiğini biliyoruz. Bu rakamlar, kayıtlara sadece birer rakam olarak geçmemektedir. Bu rakamların her biri, çoğu kere çocuklarının gözleri önünde yaşam hakkı çalınan kadınlardır… Tüm bu cinayetler, adına ”töre cinayetleri” denilerek toplumsal geleneksel yapıya mal edilmiş; idari ve yargısal mekanizmalardaki eksiklikler ve erkek egemen bakış açısına sahip devletin sorumluluğu hiçe sayılmaya devam edilmiştir. Oysa ki sayısının halen 15 olduğu kadın sığınmaevlerinin yetersizliği ve sadece üç aylık gibi bir süre hizmet verebiliyor olması, ya da kendisine şiddet uygulayan eşini şikayet ettikten sonra tekrar evine gönderilen kadının öldürülmesi gibi örnekler hiç dikkate bile alınmamakta. Ocak 2007’de beş çocuk annesi Ayşegül Alpaslan’ın kendisine sürekli eziyet eden madde bağımlısı eşini şikayet ettikten sonra öldürülmesiyle şu gerçek bir kez daha açığa çıkmıştı: Ayşegül, tıpkı benzerleri gibi, daha önceden de defalarca kez eşinin kendisini öldürebileceğini belirterek savcılıklara başvurmuş ancak herhangi bir tedbir alınmadığı için aynı evde yaşamak zorunda kalmıştı. Yine başörtüsü temel bir insan hakkı ihlali olarak uygulanmaya devam etmektedir.
İnsan Hakları Savunucularının Eğitimi
Geçirdiğimiz son altı aylık süreçte, daha önceki dönemlerde kabul etmiş olduğumuz üye ilişkileri eylem planının eksik kalan yönleri tamamlanmaya devam edildi. UAÖ, İHD, Mazlum-Der ve Helsinki Yurttaşlar Derneğinin ortaklaşa sürdürdüğü İnsan Hakları Savunucularının Eğitimi Projesi kapsamında bugüne kadar toplam 48 üye ve yöneticimiz eğitici tecrübesi kazanmış ve bundan sonra da 150 üye ve yöneticimize eğitici tecrübesi kazandırılacaktır. 21 yıl gibi son derece uzun ve köklü bir tarihe sahip olan İHD’nin önümüz dönemi örerken yeni insan hakları savunucusu kadrolara erişim gerekliliği açıktır. Bu nedenle eğitim projesinden, yeni genç kadrolara ulaşmada bir araç olarak yararlanılmıştır.

Değerli İnsan Hakları Savunucuları,

Bizler yüklendiğimiz sorumlulukların ve İHD’nin 21 yıllık onurlu geçmişinden devraldığımız tarihi mirasın bilincindeyiz. Bugünlere geride kimleri, neleri bırakarak geldiğimizin de bilincindeyiz. Herkes için onurlu, eşit, adil bir gelecek yaratmak için kader ve yürek birliği etmiş insanlar olarak, İHD, bundan sonra da haklar ve özgürlükler mücadelesinin mihenk taşlarından olmaya devam edecektir.

On aylık bir dönemi içeren çalışma raporumuzda yerine getirebildiklerimiz özetlenmiştir. Tüm bu çalışmalarımız boyunca emeği geçen üyelerimize, şube başkanları ve yöneticilerimize, basın-yayın-dokümantasyon / sekreterya / dış ilişkiler birimi çalışanlarımıza, gönüllülerimize ve MYK’ya seçildikten sonra istifa ettikleri tarihe kadar görev yapan değerli YK üyesi arkadaşlarımıza en içten teşekkürlerimi, saygılarımı sunarım.

Yolumuz engebeli, uzun … İnsan hakları mücadelesini zorlu yollarında hepimizin yolu açık olsun.

Reyhan YALÇINDAĞ
Genel Başkan

 

Bir cevap yazın