PARALEL DEVLET TARTIŞMALARI : TÜRKİYE DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI SORUNLARINI HIZLA ÇÖZMELİDİR
17 Aralık 2013 günü başlayan ve kamuoyunda “yolsuzluk operasyonu” olarak bilinen operasyonun üzerine Türkiye’de yargının anti demokratik tutumları, polis ve yargı içindeki paralel devlet yapılanması, çözüm sürecini önlemeye dönük girişimler ve hükümete yönelik uluslar arası komplo tartışmaları ve hükümetin yolsuzluk üreten uygulamaları yeniden gündeme gelmiştir. Siyasal iktidar Türkiye’deki anti demokratik uygulamalar konusunda bugüne kadar yapılan eleştirileri dikkate almamış özellikle Kürt sorunundaki barış ve çözüm sürecinin hızlı ilerleyebilmesi için yapması gereken demokratikleşme adımlarını atmayarak süreci durağan bir noktaya getirmiştir. Siyasal iktidar ne zaman ki kendisine ve kendi yandaşlarına yönelik bir yargı operasyonu ile karşılaşsa sistemin sorunlarını tartışmaya açmıştır.
İHD’nin yıllardır belirttiği gibi Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorunu devam etmektedir. Bu sorunun en önemli halkaları Kürt sorununda demokratik ve barışçıl bir çözüme kavuşulamamış olması, anayasal vesayet sisteminin farklı boyutlarda sürdürülüyor olması (merkezi idarenin yerel idare üzerindeki vesayeti, YÖK’ün üniversiteler üzerindeki vesayeti, Yargıtay cumhuriyet başsavcısının ve anayasa mahkemesinin siyasal partiler üzerindeki vesayeti, MGK’nın hükümet üzerindeki vesayeti, RTÜK’ün medya üzerindeki vesayeti gibi), ifade ve örgütlenme özgürlüğü sorunlarının devam ediyor olması ve siyasal iktidarın giderek artan otoriter uygulamaları, hukukun üstünlüğü ilkesine dayalı olmayan her fırsatta siyasal iktidarın yargı yolu ile baskı politikasını hayata geçiren bir yargı yapılanmasının mevcut olması (özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemeleri), toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanamamış olması, din ve vicdan özgürlüğü sorununun devam ediyor olması, devletin şeffaf olmayıp etkili bir mali denetim sistemine sahip olmaması gibi.
Devlet içindeki çetelerden ve paralel yapılardan kurtuluş için çarenin demokrasinin çoğulculuk, katılımcılık ve açıklık-saydamlık ilkelerinin hayata geçmesi gerektiğini özellikle belirtmek isteriz. Kapalı, yasakçı-otoriter sistemlerde paralel yapılar her zaman mevcut olur ve derin çeteler hiçbir zaman tasfiye edilemez. İHD, kurulduğu günden beri Türkiye’ye demokrasi ve insan hakları sorunlarını çözerek bu tip yapılardan kurtulabileceğini sürekli tavsiye etmiştir ve bu günkü bu açıklama ile de bu tavsiyelerini sürdürmeye devam etmektedir.
Anayasal Kriz ve Çözüm Önerileri
Esasen Türkiye’deki mevcut durum bir anayasal kriz olarak da ifade edilebilir. Çünkü Türkiye 12 Eylül 1980 askeri darbesini gerçekleştiren cuntanın yaptığı ideolojik ulus devleti kutsayan bir anti demokratik anayasaya sahiptir. Türkiye yeni ve demokratik anayasayı yapamadığı sürece sorunlarını kalıcı olarak çözemeyecektir.
İHD olarak mevcut krizin çözümü konusunda siyasal iktidara ve siyasal partilere yönelik önerilerimiz aşağıda sıralanmıştır.
Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yoldan çözümü noktasında 27-28 Nisan 2013 tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz Halkların Hakları Çalıştayı sonuç bildirgesi kapsamlı çözüm önerileri sunmaktadır.
Parlamentoda oluşturulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun dağılmış olması 4 partiye dayalı uzlaşma sonucu bir anayasa yapılamayacağını ortaya koymuştur. AKP’nin CHP ile birlikte anayasa yapma isteği ise CHP tarafından reddedilmiştir. Bu durumda AKP’nin, barış ve çözüm sürecinin de bir gereği olarak BDP ile birlikte yeni ve demokratik anayasa önerisini birlikte hazırlaması kaçınılmazdır. İHD olarak her iki partiyi en kısa zamanda bir araya gelmeye ve yeni anayasayı birlikte oluşturmaya davet ediyoruz.
A- Yargı Yolu ile Baskı Politikasına Son Verilmelidir
Yeni anayasa yapılıncaya kadar kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkının sağlanması, yargı yolu ile baskı politikasına son verilmesi bakımından şu yasal değişikliklerin süratle hayata geçirilmesi sağlanmalıdır.
İHD 15 Şubat 2012 tarihinde açıkladığı Herkese Hukuk Güvenliği ve Adil Yargılanma Hakkı İçin Özel Raporu’nda hangi yasal değişikliklerin yapılması gerektiğini ortaya koymuştur. Bununla birlikte;
1- Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri Kapatılmalıdır
CMK 250, 251 ve 252. Maddelerde düzenlenen özel yargılama sistemi TMK 10. Madde ile devam ettirilmektedir. Bu sistemle vatandaşların adil yargılanma hakkı açıkça sınırlandırılarak özel kurallara tabi tutulmuştur. Anayasa’nın 38. Maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesinde adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Adil yargılanma hakkının özel olarak sınırlandırılmasına dair Anayasa’da herhangi bir hüküm de bulunmamaktadır.
TMK 10. Maddede (CMK Mülga 250, 251 ve 252. Maddeler) düzenlenen özel yargılanma sisteminin olabilmesi için Anayasa’nın 13. Maddesi uyarınca Anayasa’da özel bir düzenleme olması gerekmektedir. Bilineceği üzere Anayasa’nın 143. Maddesi Devlet Güvenlik Mahkemelerini düzenlemekte idi. Bu madde 07. 05. 2004 tarih ve 5170 sayılı kanunun 6. Maddesi ile yürürlükten kaldırılmış ve mülga olmuştur.
Anayasa’da dayanaktan yoksun olmasına rağmen dönemin siyasal iktidarı0 yeni Ceza Muhakemesi Kanunu yapılırken, hukuka karşı hile yaparak, CMK 250, 251 ve 252. Maddeleri düzenleyerek, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin devamı niteliğinde özel görevli ve yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nin faaliyet göstermesini sağlamıştır.
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılmasıyla ilgili Anayasa değişiklik teklifinin gerekçesine ve Anayasa Komisyonu’nun görüşme tutanaklarına baktığımızda; Türkiye yargı sisteminin Avrupa ölçülerine uygun hale getirilmesi, 2003 tarihli Avrupa Birliği Katılım Ortaklığı Belgesi ve 2003 Avrupa Birliği İlerle Raporu’ndaki beklentilere karşılık olması amacıyla DGM’lerin kaldırıldığını görmekteyiz. Peki ne değişti de DGM’lerin yerine Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri kuruldu? Türkiye Avrupa Birliği müzakerelerinden mi çekindi? Mülga edilen Anayasa’nın 143. Maddesi geri mi getirildi? Tabi ki, Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyelik müzakere süreci devam etmektedir. Anayasa’ya mülga edilen hükmün bir benzeri de getirilmemiştir. O halde CMK 250, 251 ve 252. Maddeler niçin düzenlenmiştir?
Bu tip özel yargılama biçimlerine demokratik hukuk devletlerinde başvurulmaması gerekmektedir. Türkiye 1999 yılında başlayan AB tam üyelik sürecinde Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni benimseyerek rejimini demokratikleştirmeyi, insan haklarına dayalı olmayı, hukukun üstünlüğünü kurmayı ve azınlık haklarını güvence altına almayı taahhüt etmiştir. Nitekim 2001 yılı ile başlayan başta Anayasa olmak üzere yasalardaki değişiklikler de bu istikamette başlamıştır. Ancak Türkiye demokrasi ve insan hakları sorununu çözemeyince eski alışkanlıklarına başvurup otoriter rejimlerde görülen baskı politikalarına başvurmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorunlarının en önemli halkası Kürt sorunu, askeri vesayet sorunu, din ve vicdan özgürlüğü sorunu, ifade özgürlüğü sorunu gibi temel sorunları bulunmaktadır. 2004 yılında Kürt sorunundan kaynaklı silahlı çatışmaların yeniden başlamasıyla birlikte siyasal iktidar bu sorunu barışçıl ve demokratik yoldan çözmek yerine, bildik yöntemlere başvurmuş, şiddet seçeneğinin yanı sıra yargı yoluyla baskı politikası dediğimiz toplumsal muhalefet üzerindeki yargı baskısını devreye koymuştur. İşte tam da böylesi bir dönemde Avrupa Birliği uyum süreci gereği Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmış, ancak uygulanan güvenlik politikalarının bir gereği olarak hukuka karşı hile yapılarak Anayasal dayanaktan yoksun ve açıkça Anayasa’ya aykırı olacak şekilde DGM’lerin devamı niteliğinde özel görevli ve yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri kurulmuştur. Aslında bu mahkemelere kurulmuş demek haksızlık olur. Çünkü bu mahkemeler DGM’lerin devamı niteliğindedir.
CMK 250, 251 ve 252. Maddeler yürürlüğe girdiğinde, Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri DGM’lerin devamı olarak faaliyet gösterdiğinde bunun hukuka aykırı olduğunu insan hakları savunucuları çokça dile getirdiler. Ancak yargı pratikleri henüz ortaya çıkmadığı için o dönem yeterince anlaşılamadı.
Kamuoyuna mal olmuş önemli davalarda görüldü ki, Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri’nde hukukun en temel ilkeleri ihlal edilmiştir. Türkiye Barolar Birliği ve 57 baronun 17 Nisan 2011 günü İzmir’de kamuoyuna duyurdukları bildirinin bir paragrafında bu mahkemelerde yapılan ihlaller özetlenerek sıralanmıştır. “Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250. Maddesi ile kurulan ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin devamı niteliğinde olan, Özel Görevli/yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri, yargı birliğine aykırı olarak, olağanüstü soruşturma ve kovuşturma usulleriyle işleyen yapısı sebebiyle, savunma hakkına, silahların eşitliği ilkesine, adil yargılanma hakkına ciddi bir tehdit ve tehlike oluşturmakta, hukuk güvenliğini ve güvenilirliğini zedelemektedir. Bu mahkemelerde avukat ve savunma hakkı hiçe sayılmakta, tutukluluk ve diğer koruma tedbirleri ölçüsüz olarak uygulanmakta, hak ve özgürlükler ihlal edilmektedir.”
Görüldüğü gibi yargı birliğine aykırı olan ve çağdaş ceza muhakemesi ilkelerini uygulamaktan uzak olan tam tersi bu ilkeleri sık sık ihlal eden, bu ihlallerin artık sistematik hale geldiği bu özel yargılama sistemine son verilmesi gerekmektedir. Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri sisteminde delilden sanığa giden değil, sanıktan delile giden bir özel yöntem uygulanmaktadır. CMK’da düzenlenen iletişimin tespiti ve dinlenmesi, gizli tanık gibi uygulamalar bu mahkemelerde istisnasız olarak suistimal edilmekte, sanığın hiçbir delil ve şüphe olmadan izlenmesi, dinlenmesi, iletişimin tespiti ve ne olduğu belli olmayan gizli tanık beyanlarıyla suçlu duruma getirilmesi yöntemine soruşturma aşamasında başvurulmakta, kovuşturma aşamasında da bu yöntem sorgulanmamaktadır. Dolayısıyla çağdaş ceza muhakemesi ilkesine aykırı faaliyet yürüten bu mahkemelerin hukukumuzda yerinin olmaması gerekir.
Başta KCK olmak üzere çok sayıda davada, sanıktan delile gitme yöntemi uygulanmış, soruşturma aşamasındaki gizlilik kararları silahların eşitliği ilkesine aykırılık teşkil etmiş, şüpheden sanık yararlanır ilkesi tersyüz edilerek şüphe sanık aleyhine delil kabul edilerek iddianame hazırlanmış, dosyadaki deliller CMK 135,139 ve 140. Maddelere aykırı olarak elde edilmiş, kişi güvenliği ilkesi ihlal edilerek uzun tutukluluğa izin verilmiş, sanık müdafilerinin talepleri yerine getirilmemiştir. Bu kadar çok hukuka aykırılığın yapılabildiği başka bir mahkeme türü olamaz.
Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemelerinin kapatılmasına dönük olarak, Demokrat Yargı Derneği’nin 2 Mart 2010 tarihli Erzurum/Erzincan İnceleme Raporu’nda da yer verilmiştir. Raporun öneriler bölümünde Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nin düşman ceza yargılaması tehdidi yarattıklarından derhal kaldırılması, yurttaşların hukuksal eşitliği ilkesinin bu mahkemeler yoluyla çiğnenmesinin engellenmesi gerektiği belirtilmiştir. Bunun yanı sıra bu tespiti haklı çıkaracak istatistiklere de bakmak gerekir. Adalet Bakanlığı verilerine göre 2006 yılında bu Mahkemelerde 6.433 davada yargılanan sanık sayısı 21.710 kişi iken, bu sayı 2012 yılında 8.575 davada 69.241 kişiye çıkmıştır. Görüldüğü gibi siyasal iktidarın uyguladığı güvenlik politikalarına paralel olarak bu mahkemelerdeki dava sayısı ve yargılanan kişi sayısı da aniden artabilmektedir. Bu durum hukuk güvenliğinin olmadığını açık bir biçimde göstermektedir.
Düşman ceza yargılaması tehdidi üzerinde durmak gerekir. Bu tip bir yargılama pratiğinde vatandaş “iç düşman” olarak değerlendirilir ve düşmanın etkisiz hale getirilmesi sağlanır. Bunun için de hukuk yoluyla çeşitli kurallar işletilir ve özel yargılama biçimlerinden tutalım da özel mücadele yöntemlerine başvurulur. Türkiye’de ise sorunun daha köklü ve derin olduğunu belirtmek gerekir. Şöyle ki;
Milli Güvenlik Kurulu’nun 5 yılda bir hazırladığı ve adına “Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi” verilen belgede iç ve dış tehditler ile ilgili değerlendirmelerin yapıldığı ve iç düşmanın da tanımlandığı basına sızan çeşitli açıklamalardan anlaşılmaktadır. Bu mekanizmaya yakından bakmak gerekir. Milli Güvenlik Kurulu’nda Adalet Bakanı da yer almaktadır. HSYK’nın da başkanı olan Adalet Bakanının MGK’da ne işi vardır? Her MGK toplantısı sonucunda “terörle mücadelede hukuk kuralları içinde mücadele edilecektir” ibaresi yer alıyorsa, Adalet bakanının işinin ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Orada belirlenen güvenlik politikaları adalet bakanı aracılığı ile HSYK’ya oradan da bu konuda özel görev ve yetkisi olan özel yargılama sistemine giden bir süreç vardır. Bu mekanizma ne kadar hukuk devletine uygundur? İşte, düşman ceza yargılaması tehlikesi burada baş göstermektedir. Vatandaş iç düşman olarak tanımlamaz. Vatandaş olsa olsa suç işleyebilir, onun da çaresi Ceza Kanunundaki suç ve cezalardır. Doğal yargıçlık ilkesine uygun yargılama yapmaktır. Bu nedenle mevcut işleyişe baktığımızda demokratik hukuk devletine aykırı bir düzenleme ile karşı karşıyayız.
Yukarıda etraflıca anlatıldığı gibi Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemelerinin Anayasa’nın 37. Maddesi anlamında yargı yetkisine sahip olağanüstü merci olduğunu düşünmekteyiz. Böyle bir merciinin kurulması 37. Maddede açıkça yasaklanmıştır. Yasaklanmış bir merciin mahkeme niteliğinde faaliyet göstermesi hukukun üstünlüğüne vurulmuş ağır bir darbedir. Doğal yargıçlık ilkesine aykırı bir mahkeme türüdür.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliğinin, 10-14 Ekim 2011 tarihlerinde Türkiye ziyaretini müteakiben hazırladığı ve 10 Ocak 2012 günü açıkladığı Türkiye’de Adalet Yönetimi ve İnsan Haklarının Korunması raporunun özel yetkili ağır ceza mahkemeleri bölümünde;
“Özel yetkili ağır ceza mahkemeleri
90. Özel yetkili ağır ceza mahkemeleri, daha önceki devlet güvenlik mahkemelerinin kaldırılmasının ardından, 2005’te son TCMK’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte TCMK’nin 250. Maddesiyle kurulmuştur. Komiser, özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin daha önceki devlet güvenlik mahkemelerinin baktığı davalara benzer davalarla, diğer bir deyişle organize suçlar, devlet güvenliği, anayasal düzen, ulusal savunma ya da devlet sırlarına karsı islenen suçların yanı sıra, Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki suçlarla ilgilendiklerini kaydetmektedir.
91. Suçun TCMK’nın 250. maddesine göre özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin yetki alanına girmesi halinde, savunma hakları üzerinde önemli etkileri olan bir dizi özel hüküm uygulanmaktadır.Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. maddesi, şüpheli ya da sanığın usule ilişkin haklarını daha da kısıtlayan bir dizi ek hüküm içermektedir. Buna ilaveten, bu davalara bakmak üzere HSYK tarafından atanan savcılar da kendilerine TCMK’nın 251. maddesiyle tanınan özel yetkilere sahiptirler.
92. Olağan ceza usullerine getirilmiş olan geçici sınırlamalardan bazıları aşağıda yer almaktadır:
– Gözaltı ve tutukluluk sürelerinin uzaması: TCMK’nın 252. maddesinin 2. fıkrasına göre,
tutukluluk süresi için üst sınır, devlete karsı suçlar için iki katına çıkarılmaktadır;
– Gözaltında görüşme yasağı: Terörle Mücadele Kanunu’nun 10.b sayılı maddesi uyarınca
hâkim, savcının talebi üzerine şüphelinin savunma avukatıyla görüşme hakkını 24 saat
süreyle kısıtlayabilir. Ancak, bu süre boyunca şüphelinin ifadesi alınamayacaktır. Komiser’e,
gözaltında görüşme yasağının kesin ön şartları göz önüne alınmadan, düzenli olarak
uygulandığına dair iddialar iletilmiştir;
– Gözaltı süresince savunma avukatlarının sayısının yalnızca tek bir avukatla kısıtlanması
(Terörle Mücadele Kanunu’nun 10.b sayılı maddesi);
– Soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanmasının mümkün olması (Terörle Mücadele
Kanunu’nun 10.d sayılı maddesi);
– Sanıklar ile savunma avukatları arasındaki sözlü ve yazılı haberleşme üzerinde adli kontrolün mümkün olması: 10.e sayılı maddeye göre savunma avukatının haberleşmeleri bir terör örgütüne aktardığına ilişkin kuşku varsa, hâkim yazılı haberleşmeleri eleyebilir ve sanıkla savunma avukatı arasındaki görüşmeler sırasında bir görevlinin hazır bulunmasına karar verebilir;
– Gözaltı durumunda bilgi verilecek kişilerin sayısının kısıtlanması: 10.a sayılı maddeye göre,
savcı soruşturmanın amacının tehlikeye düşebileceği kanaatindeyse, gözaltına alınan
şüphelinin yalnızca bir yakınına bilgi verilebilir;
– Önceden davet yapılmaksızın ve acilen, şüpheliler, sanıklar, tanıklar, mağdurlar ve
bilirkişilerin resmi emirle belirtilen gün, saat ve yerde hazır bulundurulma mecburiyeti
(TCMK’nın 251. maddesi uyarınca);
– Özellikle sanık sayısının çok fazla olduğu durumlarda ya da mahkemeye mükerrer hakaret
durumlarında, sanıkların gıyabında yapılan durumsalar (TCMK’nın 252. maddesi);
– Güvenlik nedeniyle duruşmanın baksa bir yerde yapılmasının mümkün olması (TCMK’nın
252. maddesi);
– Haberleşmenin yasal takibine ve gözetim tedbirlerine getirilmiş istisnaların uygulanmaması
(Terörle Mücadele Kanunu’nun 10.f sayılı maddesi).
93. Komiser, mevcut mevzuatın özel yetkili savcıları, basit suç ortaklığının olduğu durumlarda bile,ortada bir suç örgütü olduğunu iddia eden suçlamalar yapmaya teşvik ettiğine dair bilgiler almıştır.
Bunun nedeni, TCMK’nın 251. maddesi uyarınca, savcıların yetkilerinin artırılmış olması ve
savunma hakkına getirilen kısıtlamaların, örneğin haberleşmenin yasal takibinin çabuklaştırılması suretiyle soruşturmayı ve dava açmayı kolaylaştırmasıdır. Bu tür durumlarda, mahkeme daha sonra suç örgütünün varlığı iddialarını reddetse bile, hâkimin bu şekilde izin verdiği koruma tedbirleri yasal sayılmakta ve böylece elde edilen herhangi bir delil, bu nedenle mahkeme tarafından geçerli olarak kabul edilebilmektedir.
94. Çok sayıda ilgili hâkim ve savcıyla yaptığı toplantılarda Komiser’e, Türk hukuk sistemi
çerçevesinde, özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin genişletilmiş coğrafi faaliyet alanları
sayesinde, farklı illeri etkileyen bazı çok karmaşık organize suç davalarının kovuşturulmasına
olanak sağladıkları yönünde bilgiler iletilmiştir. Komiser, böyle genişletilmiş coğrafi yargılama
yetkisinin, mahkemelerin özellikle yeni tip organize suçların üstesinden gelmesi bakımından
gerçekten gerekli olabileceğini kabul etmektedir. Savcılar ayrıca Komiser’e, özel yetkilerin idari ön izne gerek kalmaksızın devlet memurları aleyhine soruşturma açmaya olanak verdiği bilgisini vermiştir (oysa özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin baktığı davaların niteliği nedeniyle bunun cezasızlıkla ilgisi yok gibi durmaktadır).
95. Buna karşılık, bu mahkemelerde savunma hakkına getirilen kısıtlamalar, Komiser için önemli bir endişe kaynağıdır. Komiser, baroların yanı sıra Türkiye Barolar Birliği’nin bu tür kısıtlamaların savunma avukatları için mesleklerini icra etmekte önemli bir engel oluşturduğuna dair kaygılarına önem vermektedir. Komiser, savunma haklarına getirilen yukarıda söz edilen kısıtlamalar ve ağır ceza mahkemeleri söz konusu olduğunda ikiye ayrılmış bir hukuk sistemi yaratılması ihtimali karsısında, ciddi kaygılar taşımayı sürdürmektedir. Komiser ayrıca son yıllarda TCMK’nın 250-252 sayılı maddeleri uyarınca mahkemeye taşınan davaların ve soruşturmaların sayısında artış olduğunu belirten haberlerden kaygı duymaktadır. Yasaların sağladığı usule ilişkin güvencelerden
herhangi bir uzaklaşma çok istisnai olmalıdır ve bu istisnaların genelleştirilmesi hukukun ve adil yargının ruhuna aykırı olacaktır.
154. Komiser, özellikle, savunma hakkına getirilen -bu raporda ayrıntılandırılmış- çok sayıda
kısıtlamayla ilgili olarak, ağır ceza mahkemeleri ve özel yetkili savcılar sisteminin isleyişi hakkında ciddi biçimde kaygılanmayı sürdürmektedir. Olağan usul güvencelerinden herhangi bir sapma, son derece istisnai olmalıdır. Komiser, Türk makamlarını, özel yetkili ağır ceza mahkemeleri ve savcılar sisteminin gerekliliğini gözden geçirmeye ve tüm ciddi ceza davalarının iyi donanımlı normal ağır ceza mahkemelerinde görülmesinin sağlanmasını değerlendirmeye teşvik etmektedir.
155. Komiser, bu özel mahkemelerin, genişletilmiş coğrafi kapsam ve devlet memurlarını idari ön izne gerek olmaksızın sorgulama gibi, organize suçlarla mücadeleyi kolaylaştıracak başka avantajlar sunduğunu fark etmekle birlikte, iyi donanımlı umumi ceza mahkemelerinin de bu avantajları,savunma hakkının kısıtlanmasına gerek kalmaksızın kullanabileceğini düşünmektedir.” Değerlendirmelere yer vermiştir. Avrupa Konseyi İnsan Hakları komiserliği, Türkiye’de özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemelerinin kapatılması gerektiğini açıkça ifade etmektedir.
Yukarıdaki açıklamalardan sonra siyasal iktidarın hızla yasal değişiklikleri gerçekleştirmesi gerektiğini belirtmek isteriz. Kamuoyunda 3. yargı paketi olarak bilinen 6352 sayılı kanunun 105. maddesi ile 5271 sayılı ceza muhakemesi kanununun 250, 251 ve 252. maddeleri yürürlükten kaldırılarak özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemeleri kapatılmıştı. Ancak 6352 sayılı kanunun geçici 2. maddesinin 4. fıkrası ile CMK 250. madde ile görevli ve yetkili ağır ceza mahkemelerine açılmış davaların kesin hükümle sonuçlandırılıncaya kadar sürdürüleceğine dair hüküm konmuştu. Bu hüküm nedeni ile kamuoyunda KCK, Ergenekon, Balyoz, Şike, KESK, Oda tv, DHKP-C gibi isimlerle anılan davalara bu mahkemeler tarafından bakılmakta ve kamuoyun vicdanını rahatsız eden başta haksız ve uzun tutuklamalar olmak üzere bir çok hukuka aykırı karar bu mahkemeler tarafından verilmektedir. 6352 sayılı kanunun geçici 2. maddesinin 4. fıkrasını yürürlükten kaldırarak bu mahkemelerin elinde bulunan dosyaların normal ağır ceza mahkemesine gitmesini sağlamak gerekir.
6352 sayılı kanunun 75. maddesi ile 3713 sayılı TMK’nın 10. maddesi değiştirilmiş ve CMK 250, 251 ve 252. maddelerdeki görev ve yetkiler TMK 10. maddeye taşınarak yeni bölge ağır ceza mahkemeleri kurulmuştur. Yani hukuka karşı hile yapılmıştır. Siyasal iktidar bir yandan özel yetkili ağır ceza mahkemelerini kapattığını ileri sürmüş, bir yandan da aynı usul hükümlerini uygulayan yeni bölge ağır ceza mahkemeleri kurmuştur. Hatta önceki dönemde 8 bölgede kurulan bu mahkemeler TMK 10. madde ile birlikte 11 bölgeye çıkartılmıştır. Dolayısıyla yeni kurulan ve eski mahkemelerin usul hükümlerini aynen uygulayan özel görevli ve yetkili bölge ağır ceza mahkemeleri kapatılmalı, bunun için TMK 10. Madde acilen kaldırılmalıdır.
2- Terörle Mücadele Kanunu (TMK) tümüyle kaldırılmalıdır.
Uluslararası hukukta “terör” tanımı bulunmamaktadır. Sadece hangi suçların “terör suçu” olduğu belirtilmiştir.
Bu hususla ilgili olarak uluslar arası alanda Avrupa düzeyinde iki adet sözleşme ve bu sözleşmelerin yollama yaptığı ve terör suçlarının neler olduğunu belirten çeşitli uluslar arası Sözleşme ve Protokoller bulunmaktadır. Bu kapsamda;
2327 sayılı kanunla onaylanması uygun bulunan ve Bakanlar kurulunun 24.02.1981 tarihli ve 8/2487 sayılı kararı ile 26 Mart 1981 tarihli 17291 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Tedhişçiliğin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi hangi suçların siyasi, siyasi suça murtabit veya siyasi nedenle işlenmiş suç niteliğinde telakki edilemeyeceğini belirtmiş ve dolaylı yoldan hangi suçların tedhişçilik suçu olduğunu belirtmiştir.
Bu Sözleşme yenilenmiştir. 5288 sayılı kanunla onaylanması uygun bulunan ve Bakanlar Kurulunun 15.03.2005 tarih ve 2005/8613 sayılı kararı ile 08.04.2005 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Terörizmin Önlenmesi Avrupa Sözleşmesi Tadil Protokolü’nde hangi suçların terör suçları olduğu ve bunlarla ilgili uluslar arası sözleşme ve protokollere yer verilmiştir. Buna göre;
1- New York’ta 14 Aralık 1973’de kabul edilen, Diplomatik Ajanlar da Dahil Olmak Üzere Uluslararası Korunmaya Sahip Kişilere Karşı İşlenen Suçların Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin uygulama alanındaki suçlar;
2- New York’ta 17 Aralık 1979’da kabul edilen, Rehine Alınmasına Karşı Uluslararası Sözleşme’nin uygulama alanındaki suçlar;
3- Viyana’ da 3 Mart 1980′ de kabul edilen, Nükleer Maddelerin Fiziki Korunması Hakkında Sözleşme’nin uygulama alanındaki suçlar;
4- Montreal’de 24 Şubat 1988’de akdedilen, Sivil Havacılığın Güvenliğine Karşı Kanundışı Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Sözleşme’nin uygulama alanındaki suçlar;”
5- Roma’ da 10 Mart 1988′ de akdedilen, Denizde Seyir Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine Dair Sözleşme’nin uygulama alanındaki suçlar;
6- Roma’da 10 Mart 1988’de akdedilen, Kıta Sahanlığında Bulunan Sabit Platformların Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine Dair Protokol’ün uygulama alanındaki suçlar;
7- New York’ta 15 Aralık 1997’de kabul edilen, Terörist Bombalamalarının Önlenmesine İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin uygulama alanındaki suçlar;
8- New York’ta 9 Aralık 1999’da kabul edilen Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme’nin uygulama alanındaki suçlar.”
Terör suçları olarak nitelendirilmiştir.
Diğer bir Sözleşme ise Avrupa Konseyi Terörizmin Önlenmesi Sözleşmesi’dir.
6135 sayılı kanunla onaylanması uygun bulanan ve Bakanlar Kurulunun 28.11.2011 tarih ve 2011/2510 sayılı kararı ile 13.01.2012 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Avrupa Konseyi Terörizmin Önlenmesi Sözleşmesi’nde terör suçlarının Sözleşmeye ekli listede belirtilen uluslar arası sözleşme ve protokollerde belirtilen suçların terör suçu olduğu düzenlenmiştir. Buna göre;
1-16 Aralık 1970 tarihinde Lahey’de imzalanan, Uçakların yasadışı olarak ele geçirilmesi Sözleşmesi,
2-23 Eylül 1971 tarihinde Montreal’de imzalanan, sivil havacılığın güvenliğine karşı yasadışı eylemlerin önlenmesi Sözleşmesi,
3-New York’ta 14 Aralık 1973’de kabul edilen, Diplomatik Ajanlar da Dahil Olmak Üzere Uluslararası Korunmaya Sahip Kişilere Karşı İşlenen Suçların Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşmesinin uygulama alanındaki suçlar;
4- New York’ta 17 Aralık 1979’da kabul edilen, Rehine Alınmasına Karşı Uluslararası Sözleşmesi,
5- Viyana’ da 3 Mart 1980′ de kabul edilen, Nükleer Maddelerin Fiziki Korunması Hakkında Sözleşmesi,
6- Montreal’de 24 Şubat 1988’de akdedilen, Uluslar arası Sivil Havacılığa Hizmet Veren Havaalanlarında Yasadışı Şiddet Eylemlerinin Önlenmesi ile ilgili Protokolü,
7- Roma’ da 10 Mart 1988′ de akdedilen, Denizde Seyir Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine Dair Sözleşmesi,
8- Roma’da 10 Mart 1988’de akdedilen, Kıta Sahanlığında Bulunan Sabit Platformların Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine Dair Protokolü,
9- New York’ta 15 Aralık 1997’de kabul edilen, Terörist Bombalamalarının Önlenmesine İlişkin Uluslararası Sözleşmesi,
10-New York’ta 9 Aralık 1999’da kabul edilen Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşmesi,
Kapsamında tanımlanan suçlar terör suçu olarak nitelendirilebilir.
Bunun dışında, BM terörizme karşı koyarken insan hakları ve temel özgürlüklerin desteklenmesi ve korunması özel raportörünün Güvenlik Konseyine sunduğu raporun sonuç bölümünde “terörizmin” evrensel, kapsamlı ve kesin bir tanımının olmaması, terörle mücadele ederken insan haklarının etkin korunması konusunda sorun teşkil ettiği belirtilmiş, Güvenlik Konseyinin 1566 sayılı kararı ile terörizmin üç aşamalı nitelendirilmesi suretiyle önlenmesi-önlenememişse cezalandırılması-nın gerekli olduğu belirtilmiştir. Kararda “terör suçlarının” üç koşulun kümülatif olarak bir arada olduğu durumlarla sınırlandırılması gerektiği açıkça ifade edilmiştir. Bu koşullar, a)Sivillere karşı ölümcül, ağır cismani zarar veren veya rehin alma eylemleri, b) Siyasi, felsefi, ideolojik, ırki, etnik, dini ve bunun gibi nedenlerle işlendikleri dikkate alınmaksızın halkı, belli bir grubu, kişi gruplarını veya belli kişilerdeki terör halini provoke etmek, bir halkı korkutmak, bir devleti veya uluslar arası örgütü belli bir fiili yapmaya zorlamak veya yapmaktan alıkoymaya dönük eylemler ve c) Terörle ilgili sözleşme ve protokoller kapsamında ve bu metinlerdeki tanımlamalarda yer alan bu neviden fiillerdir. Benzer şekilde terör suçlarının desteklenmesi davranışları suç haline getirilirken de yukarıdaki nitelikleri taşıyan fiillerle sınırlı olarak suç tanımları yapılması gerektiği belirtilmiştir. Devletlerin terör davranışını yasaklarken düzenlemelerin ulaşılabilir, açık, sadece terörle mücadelede kullanılacak ayrımcı olmayan ve geriye yürümeyen düzenlemeler yapması gerektiği de belirtilmiştir.
Anayasanın 90. Maddesi uyarınca temel hak ve özgürlükler ile ilgili uluslar arası Sözleşmelerin kanunlarla çelişmesi halinde bu sözleşmelere öncelik tanınacağı ve bu sözleşmelere anayasaya aykırılık ileri sürülemeyeceği belirtilmektedir.
Anayasa’da ise herhangi bir “terör” tanımı bulunmamaktadır. Anayasa’nın 13. Maddesi uyarınca temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamaz. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu anayasal dayanaktan yoksun olarak uluslar arası sözleşmelere aykırı biçimde oldukça geniş bir “terör” tanımı yapmıştır. Bu tanım ve buradan hareketle düzenlenen diğer maddelerinde yurttaşların temel hak ve özgürlüklerinin özüne dokunacak şekilde düzenleme yapmıştır.
3713 sayılı kanunun terör tanımı başlıklı 1. maddesinde terör tanımı yapılmıştır. Bu tanım hukuksal olmadan ziyade siyasal bir tanım olup, tanım içerisinde “her türlü” suç teşkil edecek eylemin belirtilmiş olması, yukarıda etraflıca anlatılan Avrupa Konseyi Terörizmin Önlenmesi Sözleşmesinde belirtilen terör suçları dışındaki çok sayıda fiili terör suçu tanımı içerisine aldığından ötürü Anayasanın 90. Maddesi uyarınca taraf olduğumuz ve yürürlükte bulunan ilgili Sözleşmeye aykırıdır ve hakkın özüne dokunmaktadır. Ayrıca bu tanım yukarıda belirtilen Özel Rapörtörün raporunda belirttiği ve Güvenlik Konseyinin 1566 (2004 yılı) sayılı kararında belirtilen hususlara da aykırıdır. Anlaşılmaktadır ki; TMK’daki “terör” tanımının hiçbir meşru ve hukuki dayanağı yoktur.
Kanunun terör suçlusu başlıklı 2. Maddesinde 1. Maddeye atıf yapılarak bu suçları işleyen veya amaçlanan suçu işlemese bile örgütlerin mensubu olan kişilerin terör suçlusu sayılacağı, terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenlerin de terör suçlusu gibi sayılacağı ve örgüt mensubu gibi cezalandırılacağı belirtilerek, hukuki olmayan oldukça siyasi ve sübjektif bir tanımlama yapılmıştır. Bilindiği gibi terör tanımı olmadığı gibi terör örgütü tanımı da yoktur. Terör örgütleri tanımı ve kapsamı siyasal iktidarlar tarafından yapılır ve sorucu itibari ile siyasi bir konudur. Bu tanımlama Anayasanın 2. Maddesinde belirtilen hukuki güvenliği güvence altına alan hukuk devleti ilkesine, 13. Maddedeki demokratik toplum düzenine ve ölçülülük ilkesine aykırıdır. Anayasal ve ulusal üstü belgelere dayanmadığından ötürü meşruiyeti bulunmamaktadır.
Kanunun 3. Maddesinde terör suçları düzenlenmiştir. Bu suçlara baktığımızda yukarıda belirtilen uluslar arası sözleşmelerde tanımlanan suçlara uygun olmadıkları nedeni ile Anayasa 90. Madde uyarınca Türkiye’nin taraf olduğu uluslar arası sözleşmelere aykırı olduğu görülecektir.
Kanunun 4. Maddesinde terör amacı ile işlenen suçlar düzenlenmiştir. Neredeyse Türk Ceza Kanunundaki suçların yarısı kadar suçun TMK kapsamına alınması ve özel yargılamaya tabi tutulmasının hiçbir hukuksal dayanağı bulunmamaktadır.
Kanunun 5. Maddesi ile terör suçlarından ceza verilenlere cezalarının %50 artırılacağı belirtilmiştir. Bu madde nedeni ile infazda ayrımcılık yapılmış, siyasi olarak nitelendirilen suçlar adi olarak nitelendirilen suçlara göre daha fazla cezalandırılmıştır.
Kanunun 6. Maddesi ile basın ve yayın organlarının sahipleri ve sorumlu yazı işleri müdürleri ile gazeteciler sıkla cezalandırılmış, böylece ifade özgürlüğü oldukça ciddi sayılabilecek şekilde sınırlandırılmıştır.
Kanunun 7. Maddesi ile ifade özgürlüğü, düşünce açıklamaları, toplanma ve gösteri hakkı açık bir şekilde sınırlandırılmış ve sıklıkla cezai yaptırım uygulanmıştır. Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre TMK 6. Ve 7. Maddeye göre 206 yılında 4.007 kişiye dava açılmış iken bu sayı 2012’de 16.156 kişiye yükselmiştir. Görüldüğü gibi siyasal iktidarın otoriter uygulamalarına paralel olarak TMK uygulanmış ve dava açılan kişi sayısı son 6 yılda 4 kat artmıştır.
Kanunun 17. Maddesinde 5. Maddedeki ceza artırımı yetmezmiş gibi koşulu salıverme süreleri artırılarak infazda ayrımcılık yapılmıştır. 17. Madenin son fıkrası ise uzatılmış ölüm cezasını içerdiğinden ötürü Türkiye’nin taraf olduğu uluslar arası sözleşme ve protokollere açıkça aykırıdır.
TMK’nın yanı sıra Türk Ceza Kanunun 220. Maddesinin 6, 7, 8 fıkraları ile 314 maddesinin 3. Fıkrası yukarıda belirtilen uluslar arası sözleşmelere açıkça aykırıdır. Siyasi ve subjektif olarak belirlenen terör suçu tanımı hukuk güvenliği ilkesine aykırıdır. Bir kişi işlemediği bir suç nedeniyle yasa koyucunun keyfi tanımlaması karşısında demokratik toplum düzeni kuralları içerisinde korunmak zorundadır. Ayrıca ölçülülük ilkesi uyarınca yasa koyucu aşırı ileri gitmiştir. TMK bükünü ile kaldırılmalıdır.
3- Ceza soruşturmalarında masumiyet karinesi ile delilden sanığa gidilmesi ilkesi uyarınca CMK 58, 135, 140 ve 153. maddeler mutlaka değiştirilmeli, kişi güvenliği ve özgürlüğü ilkesi uyarınca CMK 100/3. Madde kaldırılmalı, 102. Maddedeki tutuklukta süre sınırı 2 yıl ile sınırlandırılmalıdır.
1- Ceza Muhakemesi Kanunun 100. Maddesinin 3. Fıkrasında genel tutuklama sebeplerinin yanı sıra özel tutuklama sebepleri düzenlenmiş ve katolog suçla suçlanma halinde kuvvetli suç şüphesinin varlığı halinde tutuklama sebebinin var sayılabileceğini belirtmiştir.
Anayasanın 2. Maddesinde düzenlenen hukuk devletinden, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan ve vatandaşlarına hukuki güvenceler sağlayan devlet anlaşılmalıdır. Anayasa Mahkemesinin 12 Kasım 1991 tarih ve 1991/43 sayılı kararında temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmadığı, hukukun evrensel kurallarına saygı gösterilmediği ve adaletli bir düzenin gerçekleşmediği bir ortamda hukuk devletinden söz edilemeyeceği belirtilmektedir. Anayasanın 13. Maddesinde temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağı açıkça düzenlenmiştir. Anayasanın 19. Maddesinin 2. Fıkrasında, suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişilerin, ancak kaçmalarını, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hakim kararıyla tutuklanabileceği düzenlenmiştir. Anayasadaki bu düzenleme yani “kanunda gösterilen diğer hallerde” ibaresi kanun koyucu tarafından Anayasaya aykırı olarak keyfi bir şekilde düzenlenmiş, işlenmesi muhtemel çeşitli suçlar bakımından masuniyet karinesine aykırı olarak kolay tutuklama yoluna gidilmiştir.
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı en temel kişisel haklardandır. Bu hakkın özüne dokunulamaz. Anayasada belirtilen genel tutuklama sebepleri olan “suçluluğu hakkında kuvvetli belirti”, “kaçma hali” ve “delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla” tutuklama kararı verilmesi dışında özel tutuklama sebeplerinin kanunla düzenlenmesinin hukuka aykırı olduğunu belirtmek isterim.
CMK 100. Maddesinin 3. Fıkrasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5. Maddesine aykırılığı ve AİHM içtihatlarına aykırılığı ile ilgili olarak çok sayıda AİHM kararı örnek olarak gösterilebilir. Ancak, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliğinin, 10-14 Ekim 2011 tarihlerinde Türkiye ziyaretini müteakiben hazırladığı ve 10 Ocak 2012 günü açıkladığı “Türkiye’de Adalet Yönetimi ve İnsan Haklarının Korunması” raporu konuyu özetlemekte ve bu konudaki yapısal sorunları ifade etmektedir.
Raporda, Türkiye’nin, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin tutukluluk hakkında, tutukluluğun her zaman istisnai ve gerekçeli olması gerektiğini bildiren Rec (2006) 13 sayılı Tavsiye Kararını hala yerine getirmediği, 100. Maddenin 3. Fıkrasının kolay tutuklamaya izin verdiği, tutukluluk ile ilgili AİHM içtihatlarının uygulanmadığı, tutukluluk yerine alternatif tedbirlere başvurulmadığı, tutukluluk süresinin uzun olduğu, etkili bir iç hukuk yolu ve tazminat imkanının olmadığı tespiti yapılmıştır.
Bu rapor hazırlandıktan sonra çeşitli yargı paketleri ile yasal değişiklikler yapılmıştır. Görüldüğü gibi yapılan eleştiriler ciddi olduğundan dolayı sürekli yasal değişiklikler yapılarak mevcut mevzuat uluslar arası hukuk kuraları ile uyumlu hale getirilmeye çalışılmaktadır. Ancak, daha yapılacak çok değişiklik olduğunu belirtmek isteriz.
Raporda belirtilen hususların tümü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve AİHM içtihatlarına dayandırılmıştır. Türkiye’nin, Anayasa 90. Madde uyarınca AİHM içtihatlarına uyma yükümlülüğü bulunduğunu buradan bir kez daha hatırlatmak isteriz.
2-CMK 102. Maddede belirtilen tutukluluk süresinin uzatma ile birlikte 5 yıla çıkacağına dair yorum kuralı değiştirilmeli, kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkı çerçevesinde tutukluluk süresi 2 yıl ile sınırlandırılmalıdır.
3-CMK 135. maddede iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması düzenlenmiştir. Kanunda suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkanının bulunmaması halinde hakim kararı ile iletişimin tespit edilip dinlenebileceği, kayda alınabileceği belirtilmektedir. Ancak uygulamada ortada kuvvetli suç şüphesi olmadığı halde dinlemeler yapıldığı, başka suretle delil elde edilmesi mümkün iken bunun yapılmayıp en kestirme ve kolay yol olan telefon dinlemeye başvurulduğu görülmektedir. Ayrıca kanunda belirtilen belirli suç tipleri ile ilgili olarak telefon dinlemede süre sınırı da konulmamıştır. Dolayısıyla mutlaka süre sınırı getirilmeli ve kanunun kötü uygulanmasını engelleyecek yasal değişiklikler yapılmalı, kişinin ikametgâhının bulunduğu il dışındaki başka bir adliyeden telefon dinleme kararı aldırılmamalıdır.
4-CMK 140. maddede teknik araçlarla izleme düzenlenmiş olup, tıpkı 135. maddede olduğu gibi kriterler getirilmiştir. Bu maddede de 135. maddede yapılacak değişikliğe uygun gerekli yasal değişiklikler yapılmalıdır. Ayrıca kamuya açık yer ile işyeri tanımı netleştirilmeli, uygulamadaki suistimaller önlenmelidir.
5-CMK 153. maddede soruşturmanın gizliliği ile ilgili karar alınması halinde müdafiinin soruşturma dosyasının incelemesinin önüne geçilmiştir. Bu durum uygulamada büyük haksızlıklara sebep olmaktadır. Savunma hakkı kısıtlanmakta, özellikle şüphelinin tutuklanması ile birlikte gizlilik kararı devam ettirildiğinden tutukluluğa itiraz etkili olarak yapılamamaktadır. Kanunda değişiklik yapılarak hiç olmazsa tutuklama halinde gizlilik kararının verilemeyeceği kanunda yer almalıdır.
6-CMK 58. maddenin 2, 3, 4 ve 5. fıkralarında kimliği gizlenen tanık ile ilgili düzenlemeler mevcuttur. Bu hükümler uygulamada şüpheli veya sanık aleyhine kullanılmakta ve suistimal edilmektedir. Dolayısıyla kimliği gizlenecek tanıkla ilgili düzenlemeler savunma hakkını ve silahların eşitliği hakkını kısıtlamayacak ölçüde açık bir şekilde yeniden düzenlenmelidir.
4- TCK 220/6-7 ve 8. Fıkralar ve TCK 314/3. Fıkra kaldırılmalıdır.
TCK 220. madde ile 314. maddede yasadışı silahlı örgüte üye olmadığı halde yasadışı silahlı örgütün amacına uygun faaliyetlere katılanlar hakkında da yasadışı silahlı örgüt üyeliğinden ceza verileceğine dair hükümler kaldırılmalıdır. Ayrıca yasadışı silahlı örgüt üyeliğinden ceza verilmesinde şiddet kriteri getirilmelidir.
5- Cezalarda uygulanan infaz süreleri kısaltılmalı, infazda eşitlik sağlanmalıdır.
5275 sayılı ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı hakkında kanunun 107. maddesi mutlaka değiştirilmelidir. Koşullu salıverilmeden yararlanmak için öngörülen süreler azaltılmalı, kanundaki 2/3 oranı eskiden olduğu gibi 2/5’e indirilmeli, kanunun 4. fıkrasındaki 3/4 oranı da 2/5 olarak eşitlenmelidir. Siyasal iktidar suçların infazı arasındaki eşitsizliği gidermeli ve tek bir infaz rejimi belirlemelidir. Kanunun 108. Maddesi kaldırılmalıdır.
3713 sayılı TMK mutlaka kaldırılmalıdır. TMK kaldırılıncaya kadar sürekli uygulanan 5. madde mutlaka ama mutlaka ortadan kaldırılarak infazdaki siyasilere uygulanan cezalarda %50 artırım maddesi ortadan kaldırılmalıdır.
İnfaz kanununun 16. maddesi değiştirilerek, hasta mahpusların tahliyesinde Adli Tıp Kurumunun onayı şartı kaldırılmalı, kanundaki toplum güvenliği bakımından tehlikeli olma kriterine son verilmelidir. Ayrıca kanunun 17. maddesinde kasten işlenen suçlardaki 3 yıl süresi 6 yıla çıkarılmalı, böylece cezaların infazında Cumhuriyet Savcılığı’na daha fazla taktir yetkisi tanınmalıdır.
B- Kürt Sorununda Barış ve Çözüm Süreci Hızlandırılmalıdır.
a)Barış ve çözüm sürecinin yasal alt yapısı oluşturulmalıdır. Devlet
görevlileri ile İmralı Adasında bulunan PKK Lideri Abdullah Öcalan arasında yapılan görüşmeler, BDP-HDP milletvekilleri ile Abdullah Öcalan ve KCK yetkilileri ile yapılan görüşmeler, Akil İnsanlar Heyeti’nin yapmış olduğu çalışmalar ve sürecin ilerlemesi için oluşturulması düşünülen çeşitli mekanizmaların çalışmalarını sürdürebilmesi için mutlaka bir yasal güvenceye sahip olmaları gerekmektedir. Böylece çözüm süreci bir daha geri dönülmeksizin ilerleyecek ve sonuca ulaşacaktır.
b) Barış ve çözüm sürecinin gereği olarak AKP ve BDP yeni Anayasa yapımı konusunda bir araya gelmeli ve ortak bir öneri geliştirerek TBMM içi ve dışı diğer partilerin ve toplumsal kesimlerin desteğini alarak yeni Anayasayı referanduma sunmalıdır.
C- Geçiş dönemimin başarı ile atlatılabilmesi için Hakikat ve Adalet Komisyonu şarttır.
Türkiye bir geçiş dönemi yaşamaktadır. Dünya örneklerinde görüldüğü gibi geçiş dönemi yaşayan bütün ülkelerde hakikat ve adalet komisyonları kurulmuştur. Türkiye’nin de en azından yakın geçmişi aydınlatmak ve geçmişle yüzleşmek adına hakikat komisyonu kurması kaçınılmazdır. Kaldı ki paralel devlet ve derin devlet tartışmalarının yapıldığı bir ülkede ancak hakikatler ortaya çıkarsa devlet demokratikleşebilir ve kendi içindeki çeteleri temizleyebilir. Bu bakımdan da hakikat komisyonu kurulmasının zorunlu olduğunu belirtmek isteriz. Hakikat Komisyonu çalışmaları sonucunda, soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları dışında kalan suçların affı ile ilgili tartışma ve düzenlemelerin yapılabileceğini, soykırım-insanlığa karşı suç ve savaş suçu işleyenler bakımından ceza adaletinin sağlanmasını ve diğer hallerde onarıcı adalete başvurulabileceğini belirtmek isteriz.
D- Adalet Sağlanması bakımından Yeniden Yargılama Yapılması İle İlgili Özel Bir Yasal Düzenleme Yapılmalıdır.
Türkiye tarihi boyunca sürekli olarak özel yargılamaların yapıldığı bir ülke olmuştur. Böyle olunca da bu yargılamalar siyasal iktidarın baskısı ve yönlendirmesi altında gerçekleştirilmiş, yargılamayı yapan mahkemeler muhaliflerin cezalandırıldığı birer özel merciye dönüştürülmüştür. Ayrıca bu özel yargılamalarda zaman zaman düşman ceza hukukunun uygulandığını da belirtmek isteriz. Bu nedenle yakın geçmiş baz alınarak ve suç ve cezanın şahsiliği ilkesi gözetilerek 12 Eylül 1980 askeri darbesinden itibaren Sıkıyönetim mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, CMK 250 ile görevli Ağır Ceza Mahkemeleri ve TMK 10. Madde ile görevli ağır ceza mahkemelerinde yargılananların istekleri halinde yeniden yargılamalarının normal ağır ceza mahkemelerinde yapılması sağlanmalıdır.
E- Devlet İçindeki Derin Yapılanma İle Paralel Yapılanmanın Açığa Çıkarılmalıdır.
Devlet içindeki her türlü yasadışı yapılanmanın açığa çıkarılması amacı ile TBMM Araştırma ve Soruşturma Komisyonu kurulmalı, Başbakanlık Teftiş Kurulu ile Devlet Denetleme Kurulu ortak çalışarak bu konuda kamuoyuna tatmin edecek ve bu tip yapılanmaları sona erdirecek bir çalışma yürütmelidir. Bu raporlar sonucunda açıkça suç işlediği anlaşılan kişilerle ilgili Cumhuriyet Başsavcılığı etkili soruşturma açmalı ve soruşturmanın sonucuna göre gerekli işlemleri yapmalıdır.
F- Hukukun Üstünlüğü İlkesine Uygun yargı Yapılanması Gerçekleştirilir ise Gerçek Bir Adli kolluk Kurulmalıdır.
Türkiye’de yargı birliği sağlanarak, askeri mahkemeler kapatılmalı, özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemelerine son verilmelidir. Bunun için Anayasa değişikliği yapılmalı, bu değişiklikte tarafsız ve bağımsız yargının oluşturulması sağlanmalıdır. Bununla birlikte Cumhuriyet Savcılarına bağlı gerçek bir adli kolluk kurulmalıdır.
G- Yolsuzluk Tartışmalarının Son Bulması İçin İdarenin Etkili Bir Şekilde Mali Denetimi Sağlanmalıdır.
Sayıştay Kanunu değiştirilerek Sayıştay başkanının TBMM 2/3 çoğunluğu tarafından seçilmesi sağlanmalı, Sayıştayın tüm kamu kurum ve kuruluşları ile kamuya ait her türlü iştirak ve işletmeyi etkili denetlemesinin önü açılmalıdır. Bunun yanı sıra kamunun tüm işlemleri ihale kanunu kapsamına alınmalı, Kamu İhale Kurumunun hükümetin etkisinden çıkarılarak bağımsız bir denetim mekanizması haline dönüştürülmesi sağlanmalıdır.