Birleşmiş Milletler uzun yıllar süren hazırlık çalışmaları ve tartışmalar sonucunda 1984 yılında “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme”yi kabul etmiş, yeterli sayıda devlet tarafından imzalanmasından sonra 26 Haziran 1987 tarihinde yürürlüğe girmiş, on yıl sonra 1997 yılında BM Genel Kurulu, sözleşmenin taşıdığı önem nedeniyle 26 Haziran’ı “İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” olarak ilan etmiştir.
İnsan hakları hukuku bakımından işkence yasağı normu, yaşam hakkının ve kişinin, hiç kimsenin dokunma hakkı olmadığı bedensel ve zihinsel bütünlüğünü koruma talebinin bir sonucudur. İşkencenin yasaklanmasının, evrensel ve mutlak bir talep olduğu; işkencenin meşru olabileceği hal ve zamanlar olamayacağı, devletler düzeyinde genel olarak kabul edilmektedir.
İşkence yasağı Ulusal üstü belgeler, bildirgeler ve anlaşmalarda, iç hukukta belirtilmiştir. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi (m.5), BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (m.7), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ( m.3), BM İşkenceye Karşı Sözleşme, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü ( m.7) ve iç hukukta da Anayasa ( m.17), TCK ( m.94) işkenceyi açıkça yasaklamaktadır.
İşkence Devam Etmektedir
Uluslar üstü ve ulusal mevzuattaki hükümlere, oluşturulan birçok mekanizmaya rağmen İşkence devam etmektedir. İşkencenin önlenmesi, yasaklanması ve insanlık suçu sayılmasında ne yazık ki, başarı sağlanamamıştır. İşkence aletleri halen yaygın bir şekilde üretilmekte ve kullanılmaktadır. Bu durumda işkencenin hangi amaç ve doğrultuda, hangi nedenle yapıldığı ve nelerin hedeflendiği soruları önem taşımaktadır.
İşkencenin, bireyin bedensel ve ruhsal bütünlüğünü bozarak itiraf amaçlı bir şiddet uygulaması olduğu, kişinin benlik duygusunu yok ederek sindirmeyi, caydırmayı hedeflediği bilinmektedir. İşkencenin görünür kılınması, övülmesi, cezasızlıkla ödüllendirilmesi dikkate alındığında onun sadece bireye yönelik bir saldırı olmadığı, başta işkence görenlerin yakınları olmak üzere tüm topluma verilen bir gözdağı olarak kullanıldığı açıktır.
Otoriter ve totaliter sistemler içindeki tüm kurumlar ve işleyiş, işkence pratiğinin idari olarak varlığına, gelişmesine ve uygulayıcılarının korunmasına hizmet etmektedir. İşkencenin amacına ve uygulanmasına bakıldığında bir sistem sorunu olduğu gerçeği açıkça görülmektedir.
İşkence, hala ülkemizdeki insan hakları ihlalleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Güvenlik güçlerinin gözetim ve denetimi altındaki yerlerde, yakalama sonrası alıkonulan araçlarda, farklı amaçlarla kullanılan depolar gibi yasadışı toplama alanlarında, gözaltı merkezlerinde, cezaevlerinde, askeri kışlalarda işkence halen devam etmektedir. Ayrıca, son bir kaç yılda en uç örneğini 2013 yılı Gezi parkı direniş sürecinde, 6-7 Ekim 2014 Kobanê Protestoları sırasında, 2015 yılı dâhil 1Mayıs’larda gördüğümüz üzere, temel bir hak olan toplantı ve gösterilere yönelik kolluk güçlerinin müdahalesiyle işkence ve diğer kötü muamele fiilleri sokakta, açık alanda da yapılır hale gelmiştir.
Anayasa ve uluslararası sözleşmelerden kaynaklı gösteri, toplanma ve yürüyüş hakkını kullanan vatandaşlara karşı polisin aşırı güç uygulaması ve insan sağlığına, vücut bütünlüğüne, yaşam hakkına saldırı niteliği taşıyan kimyasal silah kullanımı ciddi bir tehlike olarak devam etmiştir. Siyasi otoritenin emri, onayı ve kimi hallerde göz yumması ile gerçekleşen kolluk güçlerinin bu orantısız, hukuk dışı zor kullanımı, işkencesi, demokrasi ve insan hakları açısından başlıca tehdit haline geldiği gibi yüzlerce kişinin bu saldırılar sonucunda yaşam hakkı ihlal edildi ve yaralandı. Biber gazı yasaklansın Platformunun 2014 yılı değerlendirme Raporuna göre 2014 yılında 463 kişi yaralandı 5 kişi de ne yazık ki yaşamını yitirdi. Birçok değişik ilde toplam 224 gün gaz solundu.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na (TİHV) 2014 yılında işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla toplam 787 kişi başvurmuştur. Başvuranların 284’si aynı yıl içinde işkence ve kötü muamele gördüklerini belirtmişlerdir. 2015 yılının ilk beş ayında ise 280 kişi başvuruda bulunmuş, başvuranların 156’sı işkence ve kötü muamele gördüklerini belirtmişlerdir.
İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) yapılan başvuru ve araştırmalar sonucunda 2014 yılında gözaltında, gözaltı yerleri dışında, cezaevlerinde, korucular tarafından, toplumsal gösterilerde ve özel güvenlik görevlileri tarafından işkence gördüğünü belirten 253’ü çocuk olmak üzere 3047 kişi tespit edilebilmiştir. 2015 yılının ilk beş ayında ise gözaltında, gözaltı yerleri dışında, cezaevlerinde, korucular tarafından, toplumsal gösterilerde ve özel güvenlik görevlileri tarafından işkence gördüğünü belirten 816 kişi belirlenmiştir.
Hapishanelerde de İşkence Sürmektedir
Hapishaneler işkence uygulamalarının en yoğun yaşandığı yerlerdir. F tipi hapishanelerde uygulanan tecrit açık bir işkencedir. Uluslararası sözleşme ve bildiriler tecridi açık bir şekilde yasaklar, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi mahpusların günde minimum 8 saat bir arada bulunma haklarını tanırken hapishanelerde kişilerin birbirlerini görmeyecek şekilde tutulmaları açık bir hukuk ve insan hakları ihlalidir.
Tecride dayalı koşullar tutuklu ve hükümlülerin ruh ve beden bütünlüklerini tehdit etmektedir. Ayrıca mahpusu insan saymayan zihniyet gerek yasal düzenlemelerde, gerek uygulamada devam etmektedir.
Çocuk hapishanelerinde çocuklar hapishane yetkililerinin teşvikiyle diğer çocukların cinsel istismarına ve şiddete maruz kalmaktadır. Çocukların hapishanelerde olmaması gerektiğinden bahisle buraların kapatılmasına yönelik kampanya devlet kademelerince ciddiye alınmamakla birlikte çocuklara uygulanan cinsel istismarın belgelenmesi ve kamuoyuna yansıtılması sonucu 2012 yılında devletin kapatmak zorunda kaldığı bir çocuk hapishanesinde sorumlular yerine buradaki işkenceyi ortaya çıkaranların tutuklanarak cezalandırılması kamuoyuna yansımıştır.
Yıllardır cezaevlerinde ağır insan hakları ihlallerine yol açan kronikleşmiş sorunları görmezden gelen, tüm sorunu da Adalet Bakanlığı ile İç İşleri Bakanlığı arasındaki cezaevleri güvenliğine yönelik yetki paylaşımına indirgeyen AKP Hükümeti15 Ocak 2013’te “Ceza İnfaz Kurumları Güvenlik Hizmetleri Kanunu Tasarısı”nı Meclis Başkanlığına sunmuştu. Tasarı, 27 Haziran 2014 tarihinde Adalet Komisyonundan geçti ve TBMM Genel Kurul gündeminde beklemektedir. Ceza İnfaz Kurumları Güvenlik Hizmetleri Kanunu tasarısı ile hapishanelerdeki baskıların artırılması hedeflenmektedir.
Hapishanelerde mahpuslara karşı güvenlik amacıyla eğitimli köpeklerin, kapalı alanda kullanımı yasak olan biber gazının, ne olduğu anlaşılamayan tozların yanı sıra basınçlı su ve daha da önemlisi ateşli silahın temel müdahale aracı olarak kullanılacağının, kolluk güçlerinin müdahalesinin yasal hale geleceğinin belirtildiği yasa tasarısı fiziksel gücün endişe verici boyutta uygulamaya sokulmak istendiğini ortaya koymaktadır.
İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) yapılan başvurularda ve İHD’nin avukatları aracılığıyla yapabildiği tespitlerde, 2014 yılında 54’ü çocuk olmak üzere 235 mahpus işkence gördüklerini ifade etmişlerdir. 2015 yılının ilk beş ayında ise 51 mahpusa işkence yapıldığına dair bilgiler elde edilmiştir.
İHD verilerine göre Türkiye Cezaevlerinde 9 Mayıs 2015 tarihi itibarı ile 282’si ağır 721 hasta mahpus bulunmaktadır. Mahpusların tedavilerinin yapılabilmesi için tahliye edilmemeleri tarafımızdan sağlık hakkının ihlali yoluyla kötü muamele olarak değerlendirilmektedir.
Cezasızlık Politikası Devam Etmektedir
İşkencenin devam etmesinin en önemli nedenlerinden birisi olan cezasızlık yalnızca adalet sistemindeki bir aksaklık sorunu değil, bilinçli uygulanan bir sistem politikasıdır.
Bu sorunu güncel kılan faktör tüm ulusal ve uluslararası belgelerle yükümlülük altına girilmesine rağmen işkence suçunu işleyenlerin kurumsal düzeyde korunuyor olmaları ve korunmaya devam etmeleridir. Gözaltına alınan insan sayısı kadar milyonlarca işkence vakası, binlerce işkence faili olmasına rağmen yargı makamlarınca cezalandırılan işkencecilerin sayısının çift haneli sayıları tüketemeyecek kadar az olması, birçok işkence davasının kasıtlı bir şekilde zamanaşımından düşürülmesi, işkenceden sorumlu kişilerin terfi etmesi, milletvekili, hatta bakan olabilmesi, halen devlet kademelerinde çalışıyor olmaları işkencenin devlet tarafından korunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Sayısız örneklerle ifade edilebilecek olan cezasızlık politikaları işkence uygulamaların sürmesi ve işkencecilerin korunması için bir zırh oluşturmaktadır.
1990’lı yıllarda meydana gelen ağır yaşam hakkı ihlallerine ve işkencelere yönelik soruşturmalar ise 2010 yılından itibaren zamanaşımı bahanesiyle kapatılmıştır. Faillerin önemli bir kısmı hala kamu görevi yürütmektedir 2010 referandumunun ardından 12 Eylül cuntasının mağdurları tarafından adil bir yargılama düşüncesiyle yapılan suç duyuruları takipsiz kalmış, açılan bazı davalar da zamanaşımı gerekçesiyle düşürülmüş, dönemin failleri korunmuştur. Bu gelişmede Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin “1980 tarihinden, 2004 tarihine kadar 20 yıllık dava zamanaşımı süresi dolmuştur. İç hukuk hükümleri, failin lehinedir. Uluslararası sözleşmede hükümlerin zamanaşımının dolduğu tarih itibariyle şüphelinin aleyhinde uygulanmasını zorunlu kılan bir normu ifade etmediğinden, uygulaması mümkün değildir.” şeklindeki 4 Aralık 2013 tarihli, 2013/2656 E., 2013/7378 sayılı kararı- nın da özel bir rolü bulunmaktadır.
Cezasızlık filtresinden geçerek açılabilen davalar ise davayı sahiplenen mağdurların ve demokratik kurumların katılımlarının önüne geçmek için “kamu güvenliği” bahanesiyle görülmesi gereken yerlerden kilometrelerce uzağa nakledilmiştir. AİHM tarafından Türkiye Devletinin suçlu bulunduğu 2010 yılında Burdur Cezaevi’ne müdahale eden jandarmanın saldırısı sonucu kolunu kaybeden Veli Saçılık ve 28-30 Mart 2006 Diyarbakır olaylarında güvenlik güçlerinin göstericilere saldırısı ile göz yaşartıcı gaz bombasının isabet etmesi sonucu yüzünden yaralanan A.Y. davalarında tazminat talepleri “olay yerinde meydana gelen kolluk kuvveti müdahalesinin kişiler tarafından öngörülebilir olması gerektiği, meydana gelen fiziksel zararın kişinin kusuru olduğu, kamunun sorumluluğu olamayacağı için müdahaleyi gerçekleştiren kolluğun suçsuz olduğu” gerekçesi ile ret edilmiştir.
İşkence İle Mücadele Eden Kurumlar Baskı Altına Alınmaktadır
İşkence ile etkin ve önleyici tedbirlerin alınmamasının yanı sıra işkence ile mücadele eden kişi, kurum ve insan hakları örgütleri cezalandırılmak istenmektedir.
Kurulduğu 1990 yılından bu yana yaklaşık 15 binin üzerinde işkence gören kişiyle temas etmiş ve varlık sebebi gereği tüm kaynaklarını bu kişilerin tedavi ve iyileştirme süreçlerine seferber etmekte olan Türkiye İnsan Hakları Vakfı, bir süredir Sosyal Güvenlik Kurumu’nun son derece haksız ve kasıtlı uygulamalarına maruz kalmaktadır. Hiç bir haklı gerekçe olmadan vakfa 130 bin TL ceza kesilmiştir. TİHV işkence görenlerin yanında olmaya devam edecektir. Bu haksız, cezacı yaklaşımlara karşı dayanışma büyütülmelidir.
İnsan hakları kurumlarında çalışanlar tutuklanmakta, uzun yıllar hapishanelerde tutulmakta, haksız cezalar almaktadır.
Etkin Bağımsız İzleme ve Önleme Mekanizması Oluşturulamamıştır
İşkencenin önlenmesi konusunda yaşanılan temel problemlerden biri Türkiye’nin halen etkili bir Ulusal Önleme Mekanizmasına sahip olamamasıdır. BM İşkenceye Karşı Sözleşmenin Ek İhtiyari Protokolü’nün 2011 yılında onaylanması sonucu Türkiye, özgürlüğünden yoksun bırakılan kişilerin bulunduğu yerlerde inceleme ve denetleme yaparak işkenceyi önleyici bir fonksiyon icra edecek Ulusal Önleme Mekanizmasını kurma yükümlülüğü altına girmiştir. 28 Ocak 2014 tarihli Resmi Gazete’de Bakanlar Kurulunun 9.12.2013 tarihli ve 2013/5711 sayılı kararnamesi ile Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHK), Ulusal Önleme Mekanizması olarak yetkilendirilmiştir. Fakat Paris Prensiplerine uygun olmayan TİHK bir insan hakları kurumunun sahip olması gereken temel özellikleri dahi taşımamaktadır. Bu durum doğal olarak işkencenin önlenmesinde hayati bir önem taşıması gereken Ulusal Önleme Mekanizmasının tam olarak boşa düşürülmesi anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak, biz aşağıda imzası olan kurumlar, yansıtmaya çalıştığımız bu gerçekliğin değişmesine ve işkencesiz bir geleceğe olan umudumuzu, azmimizi yitirmeden;
1- İşkencenin önlenmesi için kişinin yaşam hakkına, bedensel ve zihinsel bütünlüğüne saygı gösterme ve korumanın temel ilke olarak kabul edilmesini buna uymayan tüm kişilerin işkence suçu ile etkin soruşturma sürecinden geçirilerek yargı önüne çıkarılmasını istiyor ve devleti cezasızlık politikasından vazgeçmeye davet ediyoruz.
2- OPCAT uyarınca oluşturulması gereken bağımsız ve tarafsız ulusal önleme mekanizması niteliğinde olmayan Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun kaldırılmasını, OPCAT ve SPT önerileri ışığında amaca yönelik etkin bir Ulusal Önleme Mekanizması oluşturulmasına yönelik ilgili tüm tarafların katılımı ile bir hazırlık süreci planlanmasını, alıkonma yerlerinin tüm sivil ve demokratik kitle örgütlerinin denetimine açılmasını,
3-Toplumsal gösterilerin dağıtılmasında kullanılan ve bileşimindeki maddelerin insan ölümlerine ve sakatlıklarına yol açtığı defalarca belgelenen biber gazının, kimyasal içerikli her türlü toz, gaz ve sıvının alımının ve kullanımının yasaklanmasını,
4- İnsanlık suçlarının zamanaşımı ile korunamayacağı genel hukuk ilkesinden hareketle zamanaşımı sebebiyle düşürülen işkence davalarının yeniden görülebilmesinin önünü açan düzenlemeler yapılmasını,
5-Devlet yetkililerinin, siyasal iktidarın basın yoluyla kullandığı aşağılayıcı, kışkırtıcı, paramiliter güçlerin linç girişimlerini, işkenceyi ve işkenceciyi öven şiddet dilini değiştirmesini ve hazırlanan yargı reform paketlerinde işkencenin insanlık suçu olduğunu ısrarla vurgulamasını,
6- Çocuk yargılamalarının uluslararası çocuk hakları sözleşmesine uygun olarak yapılmasını, çocuk tutukluluğuna son veren yasal düzenlemelerin gerçekleştirilerek çocuk hapishanelerinin kapatılmasını, kapatılıncaya kadar bu hapishanelerin insan hakları örgütlerinin denetimine açılmasını, işkence ve kötü muamele uygulayanların ve sorumluların yargılanmasını ve bu uygulamaya maruz kalan çocukların rehabilitasyonu için Adalet Bakanlığı’nın ödenek-bütçe oluşturmasını talep ediyoruz.
7- Mülteci ve sığınmacılardan idari gözetim kararı verilenlerin tutulduğu Türkiye’deki 13 Geri Gönderme Merkezi’ndeki işkence ve kötü muamele iddialarının etkili bir şekilde soruşturulması, bu merkezlerin yönetiminin polisten alınarak sivil memurlara verilmesinin bir an önce gerçekleştirilmesi, AFAD Kampları başta olmak üzere sığınmacı kamplarının STK ziyaretlerine açılması sağlanmalıdır.
26 Haziran 2015 yılında İşkenceyle Mücadele ve İşkence görenlerle dayanışma gününe yeni bir seçim atmosferiyle girdik.7 Haziran 2015 tarihiyle ortaya çıkan sonuçlarla yeni oluşturulan parlamentonun işkencenin önlenmesi, yasaklanması ve ile ilgili bizlerin taleplerini dikkate alan etkin elzem ve acil anayasal, yasal düzenlemeler yapmasını ve derhal işkence yasağının görünür uygulamalarla hayat bulacağı önlemler almasını umuyor ve talep ediyoruz.
Biz insan hakları savunucuları olarak insanlığa yönelen tüm baskı, işkence ve her türden şiddeti açığa çıkarmaya, belgelemeye ve paylaşmaya devam edecek, insanlık suçu olan işkencenin önlenmesi için bütün gücümüz ve irademizle mücadelemizi sürdürecek, işkence edilerek ruhsal ve bedensel bütünlükleri parçalanan, susturulmaya sindirilmeye, yaşamdan koparılmaya çalışılan tüm insanların onurlarıyla yaşayabilmeleri için bütün olanaklarımız ve insanın haklarıyla insan olduğu inancımızla yanlarında olmaya devam edeceğiz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI