Bu koşullarda yapılan soruşturma ve davalar sonucunda verilen kararlar da kamu vicdanını tatmin etmemekte, adalete olan inancı sarsmaktadır.
Bir diğer önemli sorun da, askeri/sivil yargı ayrımıdır. Bu ayrım giderek, “asker kişileri yine ancak askerler yargılar” noktasına gelmekte, ne yazık ki sivil yargı organları da demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek bu ayrımı verdiği kararlarla pekiştirmektedir.
“Şemdinli Davası” sürecinde yaşananlar, yukarıda söylenenlerin son örneklerinden birini oluşturmaktadır. Soruşturma aşamasında, olay yerinde keşif yapılması dahi bir asker kişinin ateş açması ile engellenmiş; soruşturmayı yürüten savcı “meslekten ihraç edilmiş”; yargılama sürecinde devletin en yüksek makamlarındaki kişilerin söylemleri bütün yargılama faaliyetleri üzerine gölge düşürmüştür.
Bağımsız ve tarafsız yargıya müdahale anlamına gelecek tutum ve davranışlardan kaçınmak, en başta devlet yetkilileri olmak üzere, herkes için bir görev ve zorunluluktur. Ancak, yargı mekanizmasının işleyişi ve dışarıya verdiği izlenimin kendisi de “bağımsız ve tarafsız olduğu” yönünde (objektif bağımsızlık ilkesi) olmalıdır. Şemdinli Davası sürecindeki yargı mekanizmasının görüntüsü ne yazık ki bu izlenimi vermemiştir. Bu kararla ilgili olarak verilen Yargıtay kararında, soruşturma ve yargılama sürecinde bağımsız ve tarafsız yargıyı etkileyebilecek tutum, davranış ve koşullara hiç değinilmemesi, buna karşılık yerel mahkeme kararının eleştirilmesinde pek de rastlanılmayan bir üslup ve söylemin kullanılması, yargının tarafsızlığına gölge düşürmüştür. Yargılanan kişilerin “asker” olması dışında, isnat edilen suçların “askeri görev”le hiçbir ilgisi bulunmadığı dikkate alındığında, Yargıtay’ın askeri mahkemelerin görevli olduğuna ilişkin kararı, asker kişilerin hiçbir koşulda normal (sivil) mahkemelerde yargılanamaması sonucunu doğurmaktadır. Böyle bir durumun hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleri ile bağdaşmayacağı açıktır.
İnsan Hakları Derneği