2015 Yılı Türkiye Değerlendirmesi, Barış Ve Demokrasi Manifestosu

İHD, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin(10 Aralık 1948) Başlangıç kısmındaki savaşla ilgili değerlendirmeyi ve bir sistem olarak işaret edilen 28.maddesindeki düzenlemenin ruhunu benimsemektedir. Bildirgenin başlangıç kısmının daha ilk paragrafında, insanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve hakların, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın teminatı olduğu vurgulanmaktadır. İkinci paragrafta, insan haklarının tanınmamasının ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk ettiği yazılıdır. Üçüncü paragrafta, insanların istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olduğu vurgulanmaktadır.

Türkiye’nin eşitlik ve özgürlük değerlerine yabancı, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkesine dayanmayan, adaletsiz ve bütün bu nedenlerle de çatışma(savaş) üreten bir siyasal ve hukuksal rejimi var.

1923-2015 yılları arasında ki 92 yıllık dönemin 41 yılı sıkıyönetim askeri rejimi ve olağanüstü hal rejimi (OHAL) altında geçmiştir. Defalarca askeri darbe ve darbe teşebbüsü gerçekleşmiştir. 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarına saygı duyulmayıp, fiili bir başkanlık denemesi yapılmış, bu kapsamda olmak üzere hiçbir yasal dayanağı olmadan 2015 yılının 16 Ağustos gününden bu tarafa da sokağa çıkma yasakları uygulanmaktadır. 16 Ağustos 2015’te başlayan ve halen devam eden bu süreçte Diyarbakır’da 8 ilçede toplam 32 kez, Mardin’de 3 ilçede toplam 9 kez, Şırnak’ta 2 ilçede toplam 7 kez, Hakkari’de 1 ilçede 4 kez, Muş/Varto, Batman/Sason ve Elazığ/Arıcak’ta 1’er kez sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş, bu şekilde doğrudan doğruya 1 milyon 300 bin kişi etkilenmiş, bu kentlerdeki toplam nüfusun tamamı dolaylı olarak etkilenmiştir.

Sokağa çıkma yasakları 5442 sayılı 11. Maddesinin C bendi ile 32. Maddesinin Ç bendinin kanunun vali ve kaymakamlara tanıdığı genel mahiyetteki güvenlik tedbiri almaları ile ilgili yetkilerine dayandırılmıştır. Ancak bilinmelidir ki Anayasa’nın 13.maddesi uyarınca temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ile ilgili olarak ancak kanunla açık bir düzenleme yapılabileceği, yapılacak düzenlemelerde hakkın özüne dokunulamayacağı kesin kuralı bulunmaktadır. Türkiye mevzuatında sokağa çıkma yasakları ancak ve ancak olağanüstü hal ilanı ile sıkıyönetim halinde başvurulabilen en ağır güvenlik tedbirlerindendir. Sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmesi ve uygulanması ile ilgili açık bir kanuna aykırılık bulunmaktadır. Bu şekilde atanmış vali ve kaymakamlar, Bakanlar Kurulu ve TBMM’nin yetkisi dahilinde bulunan bir hususta kanuna aykırı tasarrufta bulunmakta ve böylece TBMM’nin yetkisini gasp etmiş durumdadırlar. Hükümet, Vali ve Kaymakamlar eliyle kanuna aykırı uygulama içine girmiş, böylece TBMM’yi devre dışı bırakmıştır. Anayasanın 15. Maddesinde hangi hallerde temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanabileceği belirtilmiş olup, bunlar içinde Vali ve Kaymakamların bu şekildeki uygulamaları yer almamaktadır. Ortada çok ciddi Anayasa ihlali bulunmaktadır. Bu durumun ileride hukuksal sonuçları olacaktır.

Halen sokağa çıkma yasağı devam eden Diyarbakır Sur ilçesinde 2 Aralık 2015’ten bu yana, Mardin Dargeçit’te 11 Aralık’tan 29 Aralık tarihine, Şırnak Cizre ve Silopi İlçelerinde ise 14 Aralık’tan bu yana ağır hukuk ihlalleri yaşanmaktadır. Mardin Nusaybin İlçesinde ise 4 Aralık ile 11 Aralık ve14 Aralık ile 26 Aralık 2015 tarihleri arasında 12 gün boyunca sokağa çıkma yasağı uygulanmıştır.

Sokağa çıkma yasaklarının AİHS, Anayasa ve ilgili kanunlara aykırı olmasına karşın, Türkiye yargısının hala durdurma kararı vermemesi, Türkiye’nin yukarıda belirttiğimiz anti demokratik karakterini açıklamaktadır. Türkiye’de hukukun üstünlüğü ilkesine uygun hareket eden, tarafsız ve bağımsız bir yargı yoktur.

“Çatışma üreten sistem” denmesinin nedeni, Türkiye’nin anayasal ve yasal sisteminin medeni, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel haklar bakımından ve hukukun üstünlüğü ve demokrasi ilkeleri açsından taşıdığı kabul edilemez niteliklerdir. Çünkü bu sistem, çoğulculuğu reddetmektedir. Türkiye toplumu, çoğulcu siyasi, etnik, dini, kültürel, dilsel özellikler taşımasına karşın tekçi bir anayasal ve yasal idari ve siyasi, hukuki bir yapı oluşturmuştur. Farklı dilleri ve kültürleri, fikirleri yasaklamış ve cezalandırmıştır. Çok uzun yıllar ret, inkar ve asimilasyon politikası uygulanmıştır. Bu politikanın pek çok açıdan izlerini görmek ve yer yer bazı unsurlarını bugün de tespit etmek mümkündür. Baskı rejiminin çeşitli uygulamaları arasında zorla yerinden etme, nüfus popülâsyonuna müdahale ederek Kürt nüfusunu dağıtma, dillerini ve kültürlerini yasaklama, özel olarak Kürtler ve genel olarak da muhalif kesimlere, Alevilere, Müslüman olan ya da olmayan çeşitli topluluklara baskılar uygulanmıştır. Sistem, değindiğimiz toplum kesimlerine, dahil edici değil, dışlayıcı politikalarla yaklaşmıştır.

Çatışma üreten sistemin Kürt sorununda ürettiği ağır hak ihlalleri, insanlara ne yaptığı ve nasıl örgütlendiği, ne tür mevzuat çıkardığı ve uyguladığı resmi belgelere de yansımıştır. Bu konuda TBMM’de 2013 yılında hazırlanan iki rapor çok önemli veriler ve değerlendirmeler sunmaktadır.

Bunlar Şubat 2013 tarihli TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu raporu ile Kasım 2013 tarihli Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm sürecinin Değerlendirilmesi TBMM Araştırma Komisyonu Raporudur (BDP Muhalefet şerhi ile).

Kamu kurumlarının verilerinde çelişmeler olmasına karşın,

TBMM İnsan Hakları Komisyonu raporuna göre 2012 sonu itibarı ile yaşamını yitiren güvenlik personeli (asker, polis, köy korucusu) sayısı 7.918, sivil insanların sayısı 5.557, silahlı militan sayısı 22.101’dir.

İHD ve TİHV verilerine göre 1993 yılı ile 2014 yılı sonuna kadar yaşamını yitiren asker, polis, köy korucusu ve silahlı militan sayısı 23.758 kişi, 1993 yılı ile 2014 yılları arasında sivillere yönelik saldırılar, kara mayınları ve serbest patlayıcılar, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar sonucu 8.104 kişi yaşamını yitirmiştir. 1980 ile 2003 yılları arasında gözaltında 940 kişi zorla kaybedilmiş, gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde 1.308 kişi öldürülmüş veya şüpheli şekilde yaşamını yitirmiştir.

İHD Dokümantasyon Biriminin verilerine göre ise 2015 yılında,

Asker, Polis ve Köy Korucuları Tarafından Öldürülen ve Yaralananlar/Sivil Ölümleri ve Yaralanmaları

 1 Ocak 2015/ 24 Temmuz 2015 tarihleri arasında 2 si çocuk toplam 21 kişi yaşamını yitirmiş

 1 Ocak 2015/ 24 Temmuz 2015 tarihleri arasında 20 si çocuk toplam 49 kişi yaralanmış

 24 Temmuz 2015 -29 Aralık 2015/2 si anne karnında 58 i çocuk olmak üzere toplam 226 kişi öldürülmüş.

 24 Temmuz 2015 -29 Aralık 2015/ 91’i çocuk olmak üzere 441 kişi yaralanmış.

 

1 OCAK 2015 – 24 ARALIK 2015 TARİHLERİ ARASINDA SİLAHLI ÇATIŞMALARDA ÖLEN VE YARALANANLAR

 1 OCAK 2015 – 7 Haziran 2015

2 Polis ve 1 Asker Yaralandı / 6 Silahlı Militanın Öldü

7 Haziran 2015 – 24 Aralık 2015

 Asker, Polis ve Geçici Köy Korucusu

 84 Asker+ 66 Polis+3 Korucu Toplam= 191 Ölüm

215 Asker+197 Polis+9 Korucu Toplam= 486 Yaralanma

Silahlı Militan

186 Ölüm – 19 Yaralanma

Siviller

12 Ölüm – 107 Yaralanma

Yasadışı Örgüt Saldırıları

5 Haziran 2015’te, Diyarbakır’da HDP nin düzenlediği Seçim Mitinginde 5 kişi yaşamını yitirdi, 402 kişi de yaralandı.

20 Temmuz 2015’te, Urfa’nın Suruç İlçesinde Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun (SGDF) çağrısıyla bir araya gelen insanlara yönelik canlı bomba saldırısı oluğu ifade edilen patlamada 33 insan yaşamını yitirdi, 104 insan da yaralandı.

10 Ekim 2015’te, Ankara’da Türkiye’nin çeşitli kentlerinden bir araya gelinerek yapılmak istenen Emek, Demokrasi ve Barış mitinginin toplanma alanına yapılan bombalı saldırıda, 101 kişi insan yaşamını yitirdi, 460 insan yaralandı ve sakat kaldı.

2 Sivil, 8 Polis, 4 Uzman Çavuş,4 Siyasetçi,1 Doktor, 1 Muhtar, 1 İşçi, 2 gazeteci Silahlı Örgütlerin Saldırılarında Yaşamını Yitirdi. 1’i Çocuk 19 Sivil, 18 Polis, 4 Uzman Çavuş, 3 Siyasetçi, 2 İşçi de bu saldırılarda yaralandı.

Adımlar Fikir Kültür Siyaset Dergisi’nin bürosunda meydana gelen patlama sonucu 1 kişi yaşamını yitirdi, 3 dergi çalışanı da yaralandı.

1 Cumhuriyet savcısı silahlı militanların alıkonulması sonucunda yapılan silahlı müdahalede yaşamını yitirdi. 2 Silahlı militan da aynı çatışmada öldürüldü.

SİVİLERE YÖNELİK LİNÇ SALDIRILARI

Üniversite öğrencileri/Batı İllerinde Yaşayan Kürtler; 4 ölüm – 540 yaralanma

1 Üniversite öğrencisi oruç tutmadığı için saldırıya uğradı, yaralı kurtuldu. 3 Alevi yurttaş ise “alevi” oldukları için saldırıya uğrayarak yaralandı.

1 Gazeteci (Ahmet Hakan) saldırıya uğrayarak yaralandı.

Görüldüğü ve yaşanıldığı gibi silahlı çatışmaların yeniden başlaması ile birlikte oldukça ağır yaşam hakkı ihlalleri yaşanmaktadır. Mevcut durum ancak silahlı çatışma hali veya savaş olarak nitelendirilebilir. Devam eden silahlı çatışmalara Türkiye’nin de taraf olduğu insancıl hukuku düzenleyen Cenevre Sözleşmelerinin ortak 3.maddesinin uygulanacağı bir durum yaratmıştır.

O halde “savaşa hayır, barış hemen şimdi!” sloganımızı tekrarlıyoruz. Barışı, Birleşmiş Milletler belgesinde vurgulandığı gibi, “halkların kutsal barış hakkı” olarak algılıyoruz. Barışı, insan hak ve özgürlüklerinin tanındığı, tanımlandığı, korunduğu ve geliştirildiği bir durum olarak kavrıyoruz. Barışı, I.Kant’ın, dediği gibi, “bütün düşmanlıkların sona ermesi demek” olarak kavrıyoruz. Çatışma istemiyoruz.

Demokrasi istiyoruz.

Demokrasi’yi BM Dünya İnsan Hakları Konferansı Viyana Belgesinin 8/b maddesindeki unsurları taşıyan bir değer ve sistem olarak kavrıyoruz. Bu belgeye göre demokrasi, sadece seçimlerde dört yılda bir ülkeyi yönetecek olanların seçiminden ibaret değildir. Şöyledir: “Demokrasi, halkın, i) Kendi siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel sistemlerini belirlemek için, istencinin özgürce ifade edilmesine ve ii) kendi yaşamlarının tüm yönlerine tam katılımına dayanır.”

“Kendi yaşamlarının tüm yönlerine tam katılımına dayanır” hükmünün anlamının bir kez daha düşünülmesinde yarar bulunmaktadır. Dünyadaki bütün etnik sorunların çözümünde halkın kendi kendini yönetim ilkesinin belirleyici ilkelerden birisi olduğu bilinmelidir. Modeller değişik olabilir. Meseleye demokrasi çerçevesinde yaklaşılmalıdır. Yerel yönetimlerin özerkliği, yerinden yönetim, özerk yönetim, demokratik özerklik, federal yönetim ve benzeri konular ve kavramlar tabu olmaktan çıkarılmalı, özgürce kullanılmalı ve tartışılmalıdır.

Türkiye BM “İkiz Sözleşmeleri”ni 15 Ağustos 2000 tarihinde içinde MHP ve ANAP’ın bulunduğu DSP Koalisyon Hükümeti döneminde imzalamıştır. 24 Mart 2001 tarihli Resmi Gazetede AB Müktesabatının üstlenildiği Bakanlar Kurulunun 2001/2129 sayılı kararı ile onaylayacağını açıkça taahhüt etmiştir. Bu şekilde imza ve taahhütlerde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin imzası vardır. Daha sonra Ak Parti Hükümeti zamanında Medeni ve Siyasi Haklar Uluslar arası Sözleşmesi 4868 sayılı kanunla, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslar arası Sözleşmesi 4867 sayılı kanunla onaylanmış ve 18 Haziran 203 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Medeni ve siyasi Haklar Sözleşmesi 21 Temmuz 203 tarihli Resmi Gazetede Bakanlar Kurulunun 203/5851 sayılı kararı ve Ekonomik, sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ise 11 Ağustos 203 tarihli Resmi Gazetede bakanlar kurulunun 203/5923 sayılı kararı ile yürürlüğe konmuştur. Her iki sözleşmenin birinci maddesi halkların kendi geleceğini belirleme hakkını içermektedir. BM İnsan Hakları Komitesinin 1984 tarihli 21. Oturumunda 12 nolu genel yorumu kabul edilmiştir. Buna göre bütün halkların kendi kaderini tayin hakkı özel öneme haizdir. Çünkü bu hakkın hayata geçirilmesi bireysel insan haklarına uyma ve bu hakların geliştirilmesi ve güçlenmesi açısından gerekli bir şarttır. Komite Sözleşmelerin 1. maddesindeki düzenleme ile tüm halklara ait vazgeçilmez bir haktan bahsedildiğini vurgulamaktadır. Bu hak gereğince halklar, kendi siyasal statülerini özgürce kararlaştırır(siyasi boyut) ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce sağlama hakkını kullanır (kaynak boyutu). Komite kararında, 24 Ekim 1970 tarihli BM Genel Kurulu’nda kabul edilen devletler arasındaki dostane ilişkiler ve işbirliği ile ilgili devletler hukuku prensiplerini belirleyen deklarasyona özellikle atıf yapmaktadır. Bu deklarasyonda taraf devletlerin bütün halkların kendi geleceğini belirleme hakkına uyması gerektiğini açıkça vurgulamaktadır.

Türkiye 5468 sayılı kanunla uygun bulduğu ve Bakanlar Kurulunun 2006/10692 sayılı kararı ile 5 Ağustos 2006 tarihinde yürürlüğe koyduğu “Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeye ek ihtiyari protokol”ü dikkate almalıdır. Bu protokol uyarınca Türkiye’de yaşayan farklı etnik gruplara mensup her bir birey veya tüzel kişi iç hukuk yollarını tamamlayıp BM İnsan Hakları Komitesine başvuru yapabilir.

BM İnsan Hakları Komitesi Türkiye’nin ilk raporunu 30 Ekim 2012 tarihli oturumunda görüşmüş ve Türkiye’ye çok sayıda tavsiyede bulunmuştur.

Türkiye’nin uluslararası alanda yükümlendiği ve kabul ettiği bir hak ile ilgili olarak inkarcı bir tutuma girmesi tam bir garabettir. DTK’ nın 27 Aralık 2015 günü açıkladığı 14 maddelik öz yönetim ile ilgili deklarasyonu karşısında verilen olumsuz tepkiler ve tehditler BM İnsan Hakları Bildirisi’ni, BM ikiz sözleşmelerini, BM konferans ve deklarasyonlarını inkar etmek demektir. Türkiye, Kürtlerin kendi geleceğini belirleme hakkı ile ilgili hakkını görmezden gelir ise BM sistemi dışına çıkabilir ya da BM’nin müdahalesi ile karşılaşabilir.

Kürtler siyasal statülerini öz yönetim ya da özerklik biçiminde tarif edip, talep edebilirler, bu talep ve ilan karşısında siyasal iktidar/hükümet ya da başka siyasi oluşumların yapacağı şey, kapatma, tehdit, vatan hainliği suçlamaları, tutuklama yöntemleri olamaz. Sonuçta bu talep ve bunun ilanı siyasal bir taleptir, bir görüş açıklamasıdır. Bu konu tartışılır, müzakere edilir, aynen ya da değişikliklerle kabul ya da reddedilebilir.

Türkiye’de Türk etnisitesine dayanan ve Müslümanlığın Sünni yorumunun devletleşmiş halini benimseyen ve bunu anayasa ile tarif etmiş ideolojik ulus devletini savunan kurumları ve kişileri temel insan haklarından habersizmiş gibi davranmaktadırlar. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonucunda darbeci generallerin hazırladığı ve sıkı yönetim ortamında halka zorla kabul ettirdikleri darbeci anayasaya sığınanları kınıyoruz. Darbeciler öldü ancak onların anayasasını savunanlar onları yaşatmaktadır. Bu ulusalcı diye tabir edilen kesimleri ulusal üstü belgelerde güvence altına alınan temel insan haklarını tanımaya davet ediyoruz. Dünyanın ikinci büyük Barosunun yönetiminin DTK bildirisine karşı açıkladığı görüşler hukukçular bakımından tam bir skandaldır. İstanbul Baro yönetimini bir kez düşünmeye, 2015 yılında öldürülen sivilleri ve Katledilen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin savunduğu insan hakları değerlerine bağlı kalmaya davet ediyoruz.

Bu çerçevede İHD, insan haklarının korunması, gerçekleştirilmesi ve geliştirilmesinin, üniter (Fransa) ya da  federal sistemlerde (İsviçre ya da Almanya) mümkün olduğunu düşünmektedir. Önemli olan insan hakları ilke ve değerlerinin ve insan hakları standartlarının kabul edilmesi ve yaşama geçirilmesidir.

DTK ya da HDP’nin ya da başka sivil ya da siyasi oluşumların ülke rejimine, sistemine eleştiri ve öneri getirmelerini ve bunun için deklarasyon yayınlamalarını, kamuoyu oluşturmalarını doğal ve demokrasinin gereği olduğunu düşünüyoruz.

DTK bildirisinde, “Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartındaki çekincelerin kaldırılması yanında” cümlesini kurduktan sonra 14 maddeyi açıklamaktadır. Bildirinin sonlarında ise “ Bu deklarasyon dinamik bir tartışma ve uzlaşma arayışıdır. Öneri ve eleştirilere açıktır.” Şeklinde beyanda bulunmaktadır. Bu hususla kamuoyunun bu önerileri tartışmasını ve birlikte uzlaşmaya varılmasını belirtmektedir.

Bu konuda fikir açıklamalarının, program oluşturmalarının ifade ve örgütlenme özgürlüğü çerçevesinde bir hak olduğunu düşünüyoruz. İsteyen kişi ya da gruplar, yurttaşlar bu görüşleri benimser, istemeyen benimsemez. Hedef gösterilmeleri, mensupları hakkında soruşturmalar açılmasını ya da bu kurumların kapatılması için girişimler ve soruşturmalar açılmasını anti demokratik buluyoruz.

Siyasi partiler ve oluşumlar, federal sistem, başkanlık sistemi ya da özerklik modelleri konusunda görüşler oluşturabilirler ve bunlar için çalışabilirler. Nitekim, bu konularda halihazırda çalışmalar yapan siyasi partiler vardır. Bazı partiler de örneğin CHP Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulmuş olan çekincelerin kaldırılmasını seçim beyannamelerinde dile getirmişlerdir. Bu son derece doğal bir talep ve demokrasiye uygun bir tutumdur. Özerklik Şartı, idari ve mali özerkliği öngörmektedir. Şart bölücülüğü değil gönüllüğü birliği teşvik etmektedir. Şart’ın tarafı olan hiçbir demokratik ülke bölünmemiş, parçalanmamıştır. O nedenle DTK  ‘nin 14 maddelik Bildiri’sinden hareketle, tehditlerde bulunulmasını, kapatma ve bazı siyasiler aleyhine soruşturmalar açılmasını insan haklarına aykırı buluyoruz.

İHD olarak biz Kürt sorununun her zaman demokratik ve barışçıl çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Tarafların çatışmasızlık haline geçmesini istiyoruz. Çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesini, izlenmesini ve bu konuda tarafların mutabık kalacakları kararları almasını istiyoruz.

28 Şubat 2015 tarihinde ilan edilen Dolmabahçe Mutabakatını destekliyoruz ve bunun gerektirdiklerinin yapılmasını istiyoruz.

Hükümetin, Abdullah Öcalan üzerindeki tecridi kaldırarak, sorunun çözümü için yol temizliği yapıp, müzakere için uygun idari, hukuki ve siyasi zemini oluşturmasını ve bir an önce müzakereleri başlatmasını istiyoruz.

Siyaset kurumunun dışlayıcı değil, dahil edici politikalar geliştirmesini, kapsayıcı olmasını ve Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yoldan çözmesini istiyoruz.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Bir cevap yazın