09.03.2016
2015 Yılı Türkiye Hak İhlalleri Raporu
“Demokratik Devlete Gidiş Yolundan Dönüş, Yeniden Ulus Devlet: Otoriterizm”
2015 yılı Türkiye hak ihlal raporumuzu Tahir Elçi’nin aziz hatırasına ithaf ediyoruz. Kendisini sevgi, saygı ve minnetle bir kez daha anıyoruz.
2015 yılı Türkiye’nin tamamen otoriterleştiği bir yıl oldu. Bu nedenle temel hak ve özgürlükler tamamen korumasız kaldı. Böylece çok ciddi alarm seviyesinde hak ihlalleri yaşandı ve halen de yaşanmakta.
Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecinde Kürt Sorununda barış ve çözüm süreci ile Avrupa Birliği katılım müzakerelerinin doğrudan doğruya etkili olduğunu, bu iki konudaki duraksamaların veya geriye gidişlerin Türkiye insan hakları ortamını olumsuz etkilediğini belirtmek isteriz. Barış ve çözüm sürecinin bitmesinin yanı sıra AB katılım müzakerelerinin mülteci pazarlığına dönüşmesi insan hakları ortamını tamamen olumsuz etkilemiştir.
Siyasal iktidarın 2014 yılından beri kamu güvenliğini sağlayacağım gerekçesi ile temel hak ve özgürlükler aleyhine olacak şekilde önemli kanun değişiklikleri yaptığını biliyoruz. MİT kanunu değişikliği, internet kanunu değişikliği, HSYK kanunu değişikliği, Yargıtay ve Danıştay kanunları değişikliklerinden sonra polisin yetkilerini oldukça genişleten iç güvenlik paketi olarak bilinen ve çok sayıda temel kanunu değiştiren 6638 sayılı kanun 4 Nisan 2015 tarihinde yürürlüğe girerek yasalaştırılmıştır. Öyle ki bu yasa ile Türkiye Devleti olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan etmeden bu yasalardaki önemli yetkilerin birçoğunu Anayasaya ve AİHS’e aykırı olacak şekilde İl İdaresi Kanununu değiştirerek vali ve kaymakamlara tanımış, temel ceza yasalarında değişiklik yaparak ifade, toplantı ve gösteri özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğü alanında AB mevzuatına aykırı düzenlemeler ile önemli kısıtlamalar yapmış, polisin silah kullanma yetkisini genişletmiş, polis amirlerine doğrudan doğruya yargıya ait olan adli kolluk yetkilerini vermiştir. Denilebilir ki, şu anda bu yasalarla Türkiye tam bir Otoriter/Polis Devleti anlayışı ile yönetilmektedir.
Kürt sorununda barış ve çözüm sürecinde ilk önemli kırılma noktası 6-8 Ekim 2014’teki Kobane gösterilerindeki devletin ve Kürt siyasal hareketinin tutumu olmuştur. Daha sonra Abdullah Öcalan’ın devreyi girmesi ile olaylar yatışmış ve taraflar arasındaki diyalog devam etmiştir. Türkiye tarihinin en önemli ve olumlu gelişmelerinden birisi de 28 Şubat 2015 günü yaşanmıştır. 28 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Sarayı Başbakanlık ofisinde bizzat Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı bir deklarasyon metni ilan edilmiştir. Bu metnin ilan edilmesi sırasında iktidar partisi AKP’yi, hükümeti ve devleti temsilen yetkililerin yanı sıra Kürt tarafını temsilen HDP milletvekilleri yer almıştır. Bu deklarasyondan sonra tarafların diyalogdan müzakereye geçiş aşamasında ileri sürdükleri hususlar konusunda anlaşamamaları sonucu bir türlü müzakereye geçilememiştir. Kürt tarafını temsilen görüşmeleri yapan Abdullah Öcalan müzakereye geçebilmek için tarafsız kişilerden oluşan bir İzleme Heyetinin oluşturulmasını ve TBMM bünyesinde bir Hakikat Komisyonu oluşturulmasını ileri sürmüştür. Devleti temsilen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet yetkilileri ise PKK’nin önce tamamen Türkiye dışına çıkarak silah bırakmasını ve bu konuda hiçbir şarta bağlı olmadan Abdullah Öcalan’ın çağrı yapmasını talep etmişlerdir. Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2015 tarihinde Diyarbakır Newroz alanında okunun mektubunda PKK’nin koşulsuz olarak Türkiye’deki silahlı faaliyetlerini sona erdirmesi yer almamış, bunun için öncelikle İzleme Heyetinin oluşturulması ve TBMM’de Hakikat komisyonu kurulması istenmiştir. Hükümet ise kendi isteği ile ilgili bu mektupta PKK’ye çağrı yapılmadığını belirtip, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından önce İzleme Heyetine gerek olmadığı sonra 28 Şubat 2105 tarihli deklarasyondan haberinin olmadığı belirtip, diyalogdan müzakereye geçiş hazırlıklarını inkar etmiş ve böylece Çözüm Sürecinin dondurulduğunu belirtmiştir. Bu durumu analiz ettiğimizde, Avrupa’daki örneklerden İrlanda çatışma çözümüne baktığımızda önce müzakerelerin yapıldığı ve daha sonra yapılan anlaşma ile İRA’nın silah bıraktığı görülmüştür. Türkiye’de taraflar arasındaki bu derin görüş ayrılığı giderilemediği için Abdullah Öcalan’la son olarak 5 Nisan 2015 günü İmralı Adasında HDP heyeti ile görüşme gerçekleştirilmiştir. O tarihten beri Abdullah Öcalan ile bütün diyaloglar kesilmiş ve Öcalan üzerinde ağır bir tecrit uygulanmaya devam etmiştir.
7 Haziran 2015 milletvekili genel seçimleri döneminde HDP’ye yönelik gerçekleştirilen çeşitli provokasyon yaratma amaçlı saldırı ve bombalama eylemleri ile güvenlik görevlilerine dönük çeşitli saldırılar ve son olarak 24 Temmuz 2015 tarihinde PKK kadroları ile militanlarının bulunduğu bölgeye (Türkiye’nin güneydoğusu ile Irak’ın kuzeyi-Irak Federe Kürdistan Bölgesi) yönelik kapsamlı hava harekatı çatışmasızlık sürecini fiilen bitirmiş ve yeniden kanlı bir silahlı çatışma dönemi başlamıştır.
Bunun yanı sıra taraflar arasında Suriye Rojava’sından kaynaklanan derin görüş ayrılığı devam etmektedir. Suriye Rojava Bölgesinde oluşturulan kantonların silahlı savunma gücü olan YPG/YPJ güçlerinin meşruiyeti tüm dünya tarafından tanınırken, Türkiye bu güçleri PKK ile bağlantılı olarak nitelendirmekte ve terör örgütü muamelesi yapmaktadır. Oysaki Suriye Rojava’daki YPG/YPJ güçleri başta IŞID olmak üzere El Nusra, El Kaide, Ahrar-ı El Şam gibi cihatçı radikal dinci örgütlere karşı savunma savaşı yapan ve bu örgütlerin işgal ettiği toprakları bunlardan geri almak için operasyon yürüten güçlerdir. Türkiye bir yandan IŞID’a karşı olduğunu söylerken, bir yandan da IŞID ile savaşan Kürt güçlerini terörist ilan ederek muazzam bir çelişki yaratmaktadır. Bu hususta son olarak şunlar belirtilebilir. BM Güvenlik Konseyinin 18 Aralık 2015 tarihli 2254 sayılı kararı ile Suriye barış görüşmelerine katılacak grupların belirlenmesi noktasında Türkiye’nin Suriye Rojavasını denetimi altında tutan içerisinde PYD/YPG-YPJ bulunan Suriye Demokratik Güçlerini dışlaması uluslararası alanda önemli bir sorun yaratmıştır.
7 Haziran 2015 milletvekili genel seçim süreçlerinde HDP’ye yönelik oldukça ağır ihlaller gerçekleştirilmiştir. Bu durum süreci olumsuz etkilese bile seçim sonuçları ile HDP’nin %13 oy alması ve 80 milletvekili ile TBMM’de yer alması AKP’yi tek başına iktidardan düşürmüştür.
Türkiye seçmeni 7 Haziran 2015 tarihli milletvekili genel seçimleri ile siyasal iktidara barış ve demokrasiden yana olduğunu ortaya koymuştur. Ancak, buna rağmen AKP’nin koalisyon kurmayıp, Cumhurbaşkanın fiili başkanlığında Türkiye’yi 1 Kasım 2015 tarihli tekrar genel seçimlere götürmesi durumu yaşanmıştır. Denilebilir ki bu süreçte Türkiye fiili başkanlık modeli ile yönetilmiş ve fiili bir durum yaratılmıştır. Bu durum halen devam etmektedir.
Türkiye’de vali ve kaymakamların kararları ile 16 Ağustos 2015’te başlayan ve halen devam eden bu süreçte Diyarbakır’da 8 ilçede toplam 32 kez, Mardin’de 3 ilçede toplam 11 kez, Şırnak’ta 2 ilçede toplam 7 kez, Hakkâri’de 1 ilçede 4 kez, Batman’da 1 ilçede 2 kez, Muş/Varto, Batman/Sason ve Elazığ/Arıcak’ta 1’er kez sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş, bu şekilde doğrudan doğruya 1 milyon 370 bin kişi etkilenmiş, bu kentlerdeki toplam nüfusun tamamı ise dolaylı olarak etkilenmiştir.
Sokağa çıkma yasakları 5442 sayılı 11. Maddesinin C bendi ile 32. Maddesinin Ç bendinin kanunun vali ve kaymakamlara tanıdığı genel mahiyetteki güvenlik tedbiri almaları ile ilgili yetkilerine dayandırılarak ilan edilmekte ve uygulanmaktadır. Ancak bilinmelidir ki Anayasa’nın 13.maddesi uyarınca temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ile ilgili olarak ancak kanunla açık bir düzenleme yapılabileceği, yapılacak düzenlemelerde hakkın özüne dokunulamayacağı kesin kuralı bulunmaktadır. Türkiye mevzuatında sokağa çıkma yasakları ancak ve ancak olağanüstü hal ilanı ile sıkıyönetim halinde başvurulabilen en ağır güvenlik tedbirlerindendir. Sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmesi ve uygulanması ile ilgili açık bir kanuna aykırılık bulunmaktadır. Bu şekilde atanmış vali ve kaymakamlar, Bakanlar Kurulu ve TBMM’nin yetkisi dahilinde bulunan bir hususta, kanuna aykırı tasarrufta bulunmakta ve böylece TBMM’nin yetkisini gasp etmiş durumdadırlar. Hükümet, Vali ve Kaymakamlar eliyle kanuna aykırı uygulama içine girmiş, böylece TBMM’yi devre dışı bırakmıştır. Ortada çok ciddi Anayasa ihlali bulunmaktadır.
Sokağa çıkma yasakları ile ilgili olarak yaşanan bu kuralsızlığın önemli bir nedeni ise AİHS’in 15. Maddesinden kaçma amaçlıdır. Türkiye Hükümeti bu şeklide davranarak yaşanan ihlalleri Avrupa Konseyi’nin denetiminden kaçırmak istemektedir. Bu davranış biçimi tek başına çok büyük bir ihlal yaşandığını kanıtlamaktadır.
Sokağa çıkma yasaklarında ortaya çıkan ihlaller:
1-Yaşam Hakkı İhlalleri:
Sokağa çıkma yasağı adı altında sıkıyönetimin başladığı 16 Ağustos 2015 ile 31 Aralık 2015 tarihleri arasında 126 sivil yaşamını yitirmiş olup, bu ağır tablo katlanarak devam etmektedir.
2-İşkence ve Kötü Muamele Yasağı İhlali:
Sokağa çıkma yasağı uygulanan yerlerdeki aşırı güç kullanımı, zırhlı araçlardan, tank ve toplardan yapılan ateş ile silahlı örgüt mensuplarının kullandığı silahların yaydığı gürültü ve sarsıntı sonucu meydana gelen korku ortamı başlı başına orada yaşayan insanlar üzerinde psikolojik bir işkence olarak kendisini göstermektedir. Bunun yanı sıra güvenlik operasyonlarında gözaltına alma biçimi, gözaltı merkezlerine götürme sırasında geçen zamandaki uygulamalar ve gözaltı merkezlerindeki muameleler ile ilgili yapılan başvurularda sıkça işkence uygulandığına dair şikayetler ifade edilmektedir.
3-Yerleşme (ikamet etme) Hakkının İhlali (Zorunlu Göç veya Tehcir):
Sokağa çıkma yasağı ilan edilen 7 ilin 17 ilçesinde toplam 1 milyon 300 bin civarında insan yaşamaktadır. Tahmini olarak nüfusun yaklaşık ¼’ü tehcir edilmiştir. Bu konu ile ilgili çalışmalar devam etmektedir. Tehcirin yanı sıra güvenlik kuvvetlerinin yerleşim yerlerine müdahalesi sonucu çok sayıda ev, işyeri ve kamu binası zarar görmüştür. Silahlı militanların kamu binalarına yerleşen güvenlik kuvvetlerine saldırıları ve misilleme adı altında yaptıkları saldırıları sonucunda da çok sayıda okulun zarar gördüğünü özellikle belirtmek gerekir. Türkiye 90’lı yıllarda devlet tarafından zorla boşaltılan 3.428 köy ve mezradan sonra şimdi de başta Cizre, Sur, Silopi, Nusaybin, Dargeçit, Silvan, İdil olmak üzere çok sayıda ilçenin boşaltılması ile karşı karşıya kalmıştır. Büyük bir insani trajedi yaşanmaktadır.
AB Komisyonu, Avrupa kıtasına gönderilen veya gitmek isteyen Suriyeli mülteciler başta olmak üzere mültecilerin Türkiye’de tutulması için müzakereler yaparken, Türkiye’nin kendi içinde yaşanan Kürt tehcirine ise seyirci kalmakta, Kürt sorununda bir kez daha sınıfta kalmaktadır. AB unutmamalı ki, Türkiye’de kalacak olan yaklaşık 3 milyon Suriyelinin (bu kişilerin çok büyük bir kısmı sunni Arap) boşaltılan Kürt yerleşim yerlerine iskan edilmesi ile yeni sorunlara yol açacaktır. Kürt nüfus ise vize serbestisinin de etkisi ile doğrudan doğruya Avrupa’ya gidebilecektir.
4-Sağlık Hakkı İhlali:
Gerek sosyal medya gerekse de televizyon kanallarının haber bültenlerinde görüldüğü gibi sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerdeki hastanelerin tamamı özel harekat polisleri ve zırhlı askeri birlikler tarafından kuşatıldığı, Cizre Devlet Hastanesi’nin bir katının tamamen askerlere ayrıldığı anlaşılmaktadır. Bu durum vatandaşın hastanelere gitmesini engelleyici bir etki yaratmaktadır. Bunun dışında ayrıca sokağa çıkılamadığından hasta olanlar sağlık merkezlerine erişememektedir. Hastaların ancak beyaz bayrakla sokağa çıkıp hastaneye ulaşmaları ile ilgili alacakları izin üzerine sağlık merkezlerine gittiği anlaşılmaktadır. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerde hiçbir şekilde aile hekimleri koruyucu sağlık hizmeti verememekte ve böylece vatandaşın sağlık hakkı ciddi olarak engellenmektedir.
Türk Tabipleri Birliğinin 4-12 Eylül 2015 tarihleri arasında Cizre’de uygulanan sokağa çıkma yasağı süresince meydana gelen sağlık hakkı ihlallerini yerinde tespit eden oldukça önemli bir inceleme raporu bulunmaktadır. Rapordan da anlaşıldığı gibi sokağa çıkma yasakları süresince sağlığa erişim hakkı yerine getirilmemiştir.
Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) ve İHD Şırnak Şubesinin 25 Eylül 2015 tarihinde Şırnak’ın Beytüşebap İlçesinde meydana gelen olaylarla ilgili hazırlamış olduğu araştırma raporundan da anlaşılacağı gibi 112 Acil Servis ambulans şoförü Şeyhmus Dursun özel harekat polisleri tarafından ambulansın taranması sonucu yaşamını yitirmiştir. Bu olay sağlık emekçilerinin büyük bir risk altında olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim bu olaydan önce Şırnak Cizre’de sağlık memuru Eyüp Ergen yaralanan bir sivile ilk yardım yapmak isterken başından vurularak öldürülmüş, 30 Aralık 2015 günü Cizre İlçesinde hemşire Abdulaziz Yural yine sokakta vurulan bir sivile ilk yardım yapmak isterken başından vurularak öldürülmüştür. Her iki olayla ilgili özel harekat polislerinden kaynaklı ateş etme olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır. Görgü tanıklarının beyanları bu yöndedir. Bunun yanı sıra 31 Ağustos 2015’te Diyarbakır’da Kulp ile Lice ilçeleri arasındaki karayolunu kesen PKK militanlarının durdurmak istedikleri bir aracın kaçması üzerine açtıkları ateş sonucu aracı kullanan Doktor Abdullah Biroğul yaşamını yitirmiştir.
Cizre’de 21 Ocak-13 Şubat 2016 tarihleri arasında yaralı oldukları halde yardım isteyen sivillerin yardımına gidilmemesi ve yardıma gidenlerin engellenmesi sonucu 3 değişik binanın bodrum katına sığınan 178 kişi katledilmiş, Türkiye tarihinin en büyük katliamlarından birisi zamana yayılarak ve dünyanın gözü önünde işlenmiştir.
5-Eğitim Hakkı İhlali:
Sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerde sokağa çıkılamadığından eğitim faaliyeti tamamen durmuş durumdadır. Birçok okulun çatışmalardan zarar gördüğü, bazı okulların ise askeri birliklere açıldığı sosyal medya görüntülerinden anlaşılmaktadır. Bu kadar uzun süreli sokağa çıkma yasakları nedeni ile eğitime uzun aralıklarla ara verilmesi eğitimde fırsat eşitliğini yok etmektedir.
6-Çalışma Hakkı İhlali:
Sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerdeki tüm ekonomik ve ticari faaliyetler durmuştur. Kamu görevlileri dışında serbest çalışanlar ve yaşamını bu şekilde sürdürmeye çalışanlar bakımından ağır sonuçlar yaşanmaktadır. Esnaflar dükkanlarını açamamakta, işçiler işe gidememekte, gündelik çalışanlar gelirden mahrum kaldıklarından açlıkla karşı karşıyadırlar.
7-Seyahat Özgürlüğü Hakkı İhlali:
Sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlere giriş ve çıkışlar özel izinle mümkün olduğundan seyahat özgürlüğü ihlal edilmektedir.
8-Haberleşme Özgürlüğü Hakkı İhlali:
Sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerde gerek Telekom gerekse de GSM operatörleri iletişimi engellemekte ve böylece haberleşme hakkı açıkça ihlal edilmekte, gazete satışı ve dağıtımı yapılamamaktadır.
9-Barınma ve Beslenme Hakkı İhlali:
Sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerde tüm gıda marketleri kapalı olduğundan yiyecek temininde çok ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Kaymakamlıkların birkaç günde bir gıda dağıtımı yaptıklarına dair açıklamaları sorunu çözmekten uzaktır. Bu yardımlar her tarafa yapılamamaktadır. Çatışmalar nedeni ile su şebekesi zarar gördüğünden birçok mahallede su temin edilememektedir. Yine elektrik trafoları zarar gördüğünden elektrikle çalışan mutfak araç gereçleri kullanılamamaktadır. Birçok mahallede su ve yiyecek temini ile ilgili yoğun şikayetler gelmektedir.
Sokağa çıkma yasağı geceleri devam eden Silvan ve Cizre ilçelerinde yaptığımız tespitlerde operasyon yapılan mahalleler yerle bir edilmiş durumdadır. Hiçbir ev sağlam kalmamıştır. Şimdilik onbinlerce ailenin sığınabileceği bir evi bulunmamaktadır.
10- Ayrımcılık yasağının ihlali ve nefret suçlarının işlenmesi:
Sokağa çıkma yasağı uygulanan ilçelerde operasyon yapan devlet güvenlik güçlerinin duvarlara ve evlere yazdıkları yazılar nefret dolu, aşağılayıcı, cinsel içerikli ve tamamen hakaret içermektedir. Kürt halkı ve orada yaşayanlar bu şekilde ayrımcılığa maruz bırakılmakta, onurları ile oynanmak istenmektedir.
AİHM Yetersiz Kalmış, Aldığı Bazı Kararlar ise Uygulanmamıştır.
Sokağa çıkma yasakları ile ilgili olarak Türkiye Anayasa Mahkemesi’nin ihtiyati tedbir kararı vermemesi nedeni ile iç hukuk yollarının etkisizliği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle çok sayıda başvurucu AİHM’e başvurmuştur. AİHM’in Çağlı ve diğerleri Türkiye davasında İHD 3. Taraf olarak mahkemeye dosya sunmuştur. Bu davada AİHM ihtiyati tedbir kararı vermemiş ancak değişen koşullara göre yeni başvurular yapılabileceğini belirtmiştir. AİHM’in sokağa çıkma yasakları nedeni ile meydana gelen saldırılarda yaralanan Serhat Altun, Hüseyin Paksoy, Cihan Karaman, Helin Öncü ve Orhan Tunç ile ilgili vermiş olduğu ihtiyati tedbir kararlarından sadece Helin Öncü ile ilgili olanı uygulanmış ve bu kişi hastaneye kaldırılabilmiştir. Diğer kişiler ile ilgili kararlar uygulanmamış ve bu kişiler zamanında hastaneye götürülmediklerinden yaşamlarını yitirmişlerdir.
Bu kadar ağır insan hakları ihlalleri ve insancıl hukuk ihlalleri yaşanmasına rağmen AİHM’in etkili kararlar almaması AİHS’in etkili olarak uygulanamadığı sonucunu ortaya çıkarmıştır.
İHD Dokümantasyon Biriminin hazırlamış olduğu rapora göre 2015 yılı yaşam hakkı bakımından oldukça büyük ve ağır ihlallerin yaşandığı bir yıl oldu.
Silahlı çatışmaların başladığı 24 Temmuz 2015 tarihinden beri yaşanan çatışmalarda sivillere yönelik yaşam hakkı ihlallerinin oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Özellikle, sokağa çıkma yasağı adı altında sıkıyönetimin başladığı 16 Ağustos 2015 ile 31 Aralık 2015 tarihleri arasında 126 sivilin yaşamını yitirdiği, 2015 yılı toplamında ise yargısız infazlarda 289 kişi öldürülmüş, 572 kişi ise yaralanmıştır. Korkunç bir katliam durumu ile karşı karşıyayız. Sivillere yönelik ağır yaşam hakkı ihlalleri genellikle yargısız infaz dediğimiz devletin güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilen ihlal iddialarıdır. Raporumuzda belirttiğimiz ihlal iddiaları ile ilgili henüz aksini kanıtlayacak bir durum ortaya çıkmamıştır.
Sivillere yönelik bu kadar büyük ağır yaşam ihlallerine karşı başta insan hakları örgütleri olmak üzere Türkiye’de toplumun değişik kesimleri bu duruma dikkat çekmiş ve devleti eleştiren raporlar yayınlamış ve açıklamalarda bulunmuşlardır. Özellikle 1128 akademisyenin devleti eleştiren ve sokağa çıkma yasağı adı altında Kürt kentlerinin ablukaya alınarak katliam yapıldığına dair bildiri metinlerine devlet yetkililerinin gösterdiği tepki bu durumu ortaya koymaktadır. Türkiye Devleti özellikle sivillerin öldürülmesi ile ilgili henüz olayları açıklayacak etkili soruşturma yöntemlerinin hiçbirisine başvurmamıştır. Örneğin, Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmesi olayı ile ilgili henüz şüpheli sıfatı ile bir kişinin bile ifadesi alınmamıştır.
Türkiye’de Mart 2013’te başlayan ve silahlı çatışmaların başladığı 24 Temmuz 2015’te biten barış ve çözüm sürecinde silahlı çatışmalardan kaynaklı en az ölümün yaşandığı bir döneme tanıklık ettik. Öyle ki, 15 Ağustos 1984 tarihinden beri en az ölümün gerçekleştiği 2 yılı aşan bir süre yaşadık. Ancak silahlı çatışmaların başlaması ile birlikte oldukça ağır bir tablo ile karşı karşıyayız. 2015 yılında silahlı çatışmalarda 236 asker, polis ve korucu yaşamını yitirmiş, 616’sı ise yaralanmıştır. Bu yıl içinde 231 silahlı militan yaşamını yitirmiş, 23’ü yaralanmıştır. Silahlı çatışmalar arasında kalan sivillerden 13’ü yaşamını yitirmiş, 92’isi de yaralanmıştır.
Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda Kürt nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı ve coğrafik olarak Türkiye Kürdistan’ı bölgesinde yaşanan çatışmalar insancıl hukuk kapsamında ele alınması gereken ve doğrudan doğruya Cenevre Sözleşmelerinin ortak 3. Maddesinin uygulanması gereken somut bir durum yaratmıştır. Uluslararası alanda üretilen mahkeme kararları da bu durumu teyit etmektedir.
Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi’nin Boskoski kararı ( Prosecutor v. Boskoski, Ljube, Tarculuvski, Johan), Tadiç’ten itibaren mahkemece geliştirilen “çatışmanın yoğunluğu” ve “silahlı grubun örgütlülüğü” kriterlerine ilişkin objektif belirtici (indicative) faktörlerin derli toplu ve neredeyse eksiksiz bir dökümünü içermektedir. Gerek çatışmanın yoğunluk düzeyini değerlendirmek için mahkemece göz önüne alınan faktörler(saldırıların ciddiliği, çatışmaların coğrafi olarak ve belli bir süreye yayılması, savaş bölgesinde kaçmak zorunda bırakılan siviller, kullanılan silahların, özellikle ağır silahların, tank ve diğer askeri teçhizatların türü, çatışmanın neden olduğu zayiatın (ölü, yaralı) boyutu, konuşlandırılan asker ve birliklerin sayısı vb.) gerekse silahlı grubun örgütlenme düzeyinin tespitinde kullanılan beş grup etmen( komuta yapısının varlığına işaret eden etmenler, örgütlü bir şekilde operasyon yürütebileceğini gösteren etmenler, lojistik düzeyini gösteren etmenler, disiplin düzeyi ve ortak 3. Maddenin yükümlülüklerini yerine getirebilme kabiliyeti ve Silahlı grubun sözbirliği içinde olup olmadığını gösteren etmenler) incelendiğinde, Türkiye’de süren çatışmanın Cenevre Sözleşmeleri ortak 3. Madde anlamında Uluslararası Nitelikte Olmayan bir Çatışma olduğu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 12 Kasım 2013 Tarihli Benzer ve Diğerleri/ Türkiye (Benzer And Others v. Turkey) kararı bu hususu kategorik biçimde teyit etmektedir. Şırnak ilinin Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin 26 Mart 1994 günü Türk savaş uçakları ile bombalanması sonucu toplam 38 kişinin ölümü ile ilgili davada Türkiye mahkum olmuştur. Bu davada AİHM, kararın 89.paragrafında ortak 3. maddeye, 90.paragrafında ise güvenlik güçlerinin güç ve silah kullanımını belirleyen Birleşmiş Milletler esaslarına ilişkin ilkelerine yer verdikten sonra,184. Paragrafında, Mahkeme’nin daha önceki İsayeva/Rusya kararına göndermede bulunularak sivillere ve köylere yönelik ayrım gözetmeyen hava bombardımanın demokratik bir toplumda kabul edilemez olduğuna ve uluslararası örf adet ve insancıl hukuk kuralları ile silahlı çatışmada kuvvet kullanmasını düzenleyen kurallara aykırı olduğuna karar vermiştir.
Sokağa çıkma yasakları adı altında Kürt kentlerinin ablukaya alınarak yapılan askeri operasyonlarda oldukça yüksek sayıda sivilin yaşamını yitirmesi ve Diyarbakır Çınar ilçesinde gerçekleştirilen bombalı araç saldırısı, yaşanan silahlı çatışmalarda Cenevre Sözleşmelerine uyma yükümlülüğünün yerine getirilmediğini göstermektedir.
Uluslararası toplumun devam eden silahlı çatışmaları durdurmak bakımından etkili müdahalede bulunması ve tarafları müzakere masasına oturtacak yol ve yöntemler bulması gerektiği kanaatindeyiz.
2015 yılında Türkiye’de faili meçhul saldırılarda 17 kişi yaşamını yitirmiş ve 11 kişi yaralanmıştır. Türkiye’de uygulanan cezasızlık politikasının etkisi ile faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması noktasında kayda değer bir gelişme yaşanmamıştır. Türkiye’de gözaltı merkezlerinde 6 kişi öldürülmüş ve 2 kişi yaralanmıştır. Bu durumun da cezasızlık politikası ile yakından ilişkili olduğunu özellikle belirtmek isteriz.
Türkiye’nin Ortadoğu’da ve özellikle Suriye’ye yönelik uyguladığı “anti-Kürt ve anti-Şii” politikası sonucu Türkiye toprakları radikal cihatçı örgüt militanlarının kullandığı bir sahaya dönüşmüş ve Türkiye 2015 yılında bunun ağır sonuçları ile karşılaşmıştır. 2015 yılında 5 Haziran’da Diyarbakır’da, 20 Temmuz’da Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara’da IŞID militanlarının canlı bomba saldırılarında 137 kişi yaşamını yitirmiş, 966 kişi de yaralanmıştır. Bu katliamlarla ilgili henüz etkili soruşturma ve kovuşturma yöntemleri devreye girmemiştir.
Bunun yanı sıra Türkiye’de faaliyet gösteren yasa dışı silahlı örgütlerin saldırıları sonucu 39 kişi yaşamını yitirmiş, 361 kişi yaralanmıştır.
Bunun yanı sıra Türkiye’nin özellikle Suriye Rojava’sında kendi statüsünü belirleyen Kürtlere karşı olan hasmane tutumu nedeni ile sınır geçişlerinde Kürt sivillere yönelik ağır yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. 2015 yılında sınır geçişlerinde 25 Kişi devlet güçleri tarafından öldürülmüş, 52 yaralanmıştır.
2015 yılında Türkiye Cezaevlerindeki sorunlar devam etmiş, ağır hasta mahpusların sorunları çözülmemiş ve sayıları giderek artan bir noktaya vararak kamu vicdanında kanayan bir yara olmaya devam etmiştir. Halen Türkiye Cezaevlerinde İHD tespitlerine göre 300’ü ağır olmak üzere 757 hasta mahpus bulunmaktadır.
2015 yılında siyasal iktidarın otoriterleşmesine bağlı olarak toplantı ve gösteri hakkına yönelik müdahaleler had safhaya varmış, tıpkı 2014 yılında olduğu gibi çok sık müdahaleler yapılarak gösteri hakkı kullanılamaz hale getirilmiştir.
2015 yılında Suriye’de yaşanan iç savaşta İŞID isimli çete yapılanmasının saldırılarının da etkisi ile Türkiye’ye göç devam etmiştir. 2015 yılında 3 milyona yakın sığınmacının bulunduğu Türkiye’de sığınmacı hakları yönünden yeni sorun alanları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu konuda Türkiye sığınmacıların yaklaşık %15’lik kısmını oluşturduğu kamplarda barındırmış, geri kalan büyük çoğunluk ise kendi kaderine terk edilmiştir.
2014 yılında Türkiye’de kadına yönelik şiddet artarak devam etmiştir. Bu konuda yasal altyapı ile ilgili tedbirler alınmış olmasına rağmen uygulama değişmemiş, siyasal iktidarın yaklaşımı sorunun çözümü önünde engel teşkil etmeye devam etmiştir.
2015 yılında özellikle genel seçim sürecinde HDP ve DBP’ye yönelik ırkçı linç teşebbüsleri Türkiye’nin tamamında gerçekleşmiştir. Bütün bu olaylar Türkiye’de nefret söyleminin yasaklanması gerektiğini, nefret suçlarının düzenlenmesini ve ayrımcılıkla mücadele konusunda etkili tedbirler alınması gerektiğini ortaya koymuştur.
Türkiye’de yapısal insan hakları sorunları 2015 yılında devam etmiştir. Türkiye’de devam eden cezasızlık politikası varlığını sürdürmüş ve özellikle insanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı kuralının uygulanarak sorumluların yargılanmasının önüne geçilmesi cezasızlığın bir başka boyutuyla sürdürüldüğünü göstermiştir.
2015 yılında siyasal iktidarın yargı yolu ile baskı politikası devam etmiştir. Nitekim çeşitli yargı paketleri ile HSYK, Yargıtay ve Danıştay Kanunlarında ve diğer mahkemeleri ilgilendiren kanunlarda yapılan değişikliklerle siyasal iktidarın yargıyı kullanarak toplumsal muhalefet üzerinde baskıyı sürdürdüğü özel bir döneme girilmiştir. Bu nedenle Türkiye’de hukuk güvenliği yok edilmiş, yurttaşın kişi özgürlüğü ve güvenliği ciddi tehdit altına alınmıştır.
2015 yılında ifade özgürlüğü üzerindeki sınırlamalar giderek arttırılmıştır. MİT kanunundaki değişiklikten sonra özellikle yurttaşların sosyal medya hesapları denetim altına alınmış, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere hükümete ve iktidar partisine yönelik paylaşımlarda bulunanların hesapları ile ilgili suç duyuruları yapılmış, çok sayıda kişi adli işleme tabi tutulmuş, gözaltı ve tutuklamalar yaşanmıştır. Bu süreç devam etmektedir. Özellikle 1128 imzalı akademisyen bildirisine imza atan akademisyenlerin hedef haline getirilmesi ve tehdit edilmeleri ifade özgürlüğü üzerindeki baskının bir başka boyutunu oluşturmuştur. Ayrıca sokağa çıkma yasağı uygulanan ilçelere sağlık yardımı yapmak isteyen gönüllü sağlıkçılara yönelik sosyal medya ve basın üzerinden hedef gösterilip tehdit edilme süreci de yaşanmıştır.
2015 yılında basın özgürlüğü adeta yok edilmiştir. Anayasada ki açık hükme rağmen muhalif basın kuruluşlarına hükümet tarafından el konmuştur. Bu işlemler sulh ceza hakimleri yolu ile yapılmıştır. Halen de yapılmaya devam etmektedir. Başta Kürt medyası olmak üzere çok sayıda haber ajansının erişimi engellenmiştir. İMC TV başta olmak üzere çok sayıda televizyonun Türksat Uydusu üzerinden yayın yapması engellenmiştir. Medya kuruluşlarına kayyum atanarak hükümete bağlı kuruluşlar haline getirilmiştir. 2015 yılında 31 gazeteci tutuklanmıştır. Bu gazetecilerden Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliyeleri ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararının emsal alınarak diğer gazetecilerin de tahliye edilmesi gerekmektedir. Ancak bu konuda hükümetin yargı üzerindeki baskısı devam etmektedir.
Hak savunucuları olarak Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorununun çözümünde mücadelemizin süreceğini, Kürt sorununu demokratik ve barışçıl çözümünde üzerimize düşen her türlü katkıyı yerine getireceğimizi ve hak ihlallerinin giderilmesinde her türlü farkındalık çalışmalarını yapacağımızı bir kez daha belirtmek istiyoruz.
İHD Merkez Yönetim Kurulu
Eki: Bilanço ve Yılık Rapor
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ