B.M. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 60. yılında Türkiye’deki son yıllardaki uygulamalara baktığımızda insan haklarının 60 yılda bir arpa boyu yol alamadığını görmekteyiz. Bildirgede bütün insanların hakları ve onurlarıyla eşit ve özgür doğduğu, insanlık dışı uygulamalara tabi tutulamayacağı, işkence ve kötü muamele göremeyeceği söylense de maalesef bunlar sadece bildirgenin satırları arasında silinip görünmez hale geldi.
İnsan onuruna aykırı uygulamaların asla kabul edilmeyeceğinin vurgulandığı bildirgeyi başta hükümet olmak üzere herkes çok çabuk unuttu. Ülkemizde insanlık ailesinin bir üyesi olarak eşitliğin kaybolduğunu hürriyetin ve adaletin ise lüks haline geldiğini gördük. Dünya barışının temel alınması gerekirken güvenlik anlayışının özgürlük anlayışına terk edildiğini gördük. Cezaevlerinde insanların temel ihtiyaçlarını talep ettiklerinden dolayı dövüldüklerini ve ağır disiplin cezalarına çarptırıldığını gördük. Tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde aileleriyle Kürtçe konuşamadıklarını, yasakların ve sertlik yanlısı uygulamaların 2004’den sonra tırmanışa geçtiğini gördük.
Ortak akıldan, sorunların diyalok yolu ile çözülmesinden, suç işleyenler hakkında işlem yapılmasını beklemekten medet umarken bu ülkenin en başında bulunan Başbakandan “Ya sev terk et” gibi çok kültürlü, çok dinli, çok dilli bir toplum olan Türkiye’nin realitesine yakışmayan ırkçı söylemler duyduk.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 60. yıldönümünde bütün dünyada adalet, eşitlik ve barışın sağlanmasından maalesef hala çok uzaktayız. B.M. insan hakları belgelerine imza koyan ve yükümlülük altına giren devletler, gerek yurttaşları ile ilişkilerinde, gerekse uluslararası ilişkilerde tarihin hiçbir döneminde bugün olduğu kadar hukuku ve adaleti yok sayan bir noktada durmamıştır. Ekonomik ve askeri güce sahip olan ülkeler dünyanın geleceğine ilişkin kararları uluslararası hukuku, BM mekanizmalarını hiçe sayan bir biçimde şekillendirmek için dünyanın birçok bölgesinde askeri güce başvurmaktadır. Özellikle 11 Eylül 2001 New York saldırılarından sonra geliştirilen yeni güvenlik anlayışı, insan hak ve özgürlükleri üzerinde büyük tahribatlar yapmıştır.
Tüm dünyada, çok kültürlülük, insan hakları ve sivil toplum örgütleri ‘güvenlikçi’ bir paradigma ekseninde sorgulanmaya başlanmıştır. ‘Özgürlük mü, güvenlik mi?’ ikilemi dayatılarak tüm toplumsal ve siyasal talepler ‘terörizmle mücadele’ söylem ve uygulamaları ile bastırılmaktadır. Terörle mücadele adına, bir insanlık suçu olan işkencenin meşrulaştığını görüyoruz. İnsan haklarının kaynağı olarak gösterilen Avrupa ülkelerinde dahi özel hayatın gizliliği, yabancı düşmanlığı, etnik ve dini ayrımcılık, mülteci haklarının sınırlanması önemli insan hakları sorunları olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye’deki insan hakları, özgürlükler ve demokrasi mücadelesinin azımsanmayacak bir geçmişi vardır. Özellikle askeri müdahalelerle getirilen olağanüstü yönetim rejimleri ve bunların hukuk dışı uygulamalarına karşı, çeşitli toplum kesimlerinin verdiği mücadelede insan hakları örgütlerinin önemli bir payı bulunmaktadır.
Türkiye’de Kürt Sorunu’nun asayiş ve güvenlik perspektifiyle çözülmeye çalışılması, insan hakları alanında ilerlemeyi, demokratikleşmeyi, adaletin hayata geçirilmesini geciktirmekte, toplumsal barışın tesisini engellenmektedir. Hak ve özgürlüklere sahip olmak yetmiyor, bunları kullanmak gerekiyor. Ülkemizde hak ve özgürlüklere kavuşmanın yegane yolu temel insan hakları kurallarının, evrensel değerlerin ve hukukun esas alınmasından geçer.
Kaygılıyız. Gelişmelerden son derece kaygılıyız. Sokak ortasında polisin 2008 yılında 35 insanı öldürmesinden kaygılıyız. Polisin sokak ortasında kol kırmalarından, kafaları yarmadan, gittikçe artan işkence ve kötü muamele uygulamalarından kaygılıyız. Bu yıl bildirgenin 60. yılını kutluyoruz. Ama hala bu topraklarda barış yok. Barış’tan bahsedenler, Kürt Sorunu’nun asayiş ve güvenlik ile çözülemeyeceğini söyleyenler hakkında soruşturmalar ve davalar açılıyor, düşünce ve ifade özgürlüğü engelleniyor. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun polise taş atan çocuklara 23 yıl hapis cezası öngörmesi kaygılarımızı arttırmıştır. Çocuk Koruma kanununa, Anayasaya, B.M. Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne, AİHS’ne aykırı kararlar veriliyor. Bu cezalar ile çocuklar değil onların aileleri cezalandırılıyor. Kürt sorunu çocuklara aşırı ceza vermek yöntemiyle çözülmez, tam tersi çözümsüzlüğe itili yor.
Tüm bunlara rağmen, Diyarbakır için bölgemiz için, ülkemiz ve bütün dünya için barış, acilen barış istiyoruz. İnsanlık ailesi için daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi istiyoruz. Ayrımcılığın ve inkarın olmadığı, herkesin kendi diliyle kendisini ifade ettiği ve yok sayılmadığı bir dünya istiyoruz.
Bizler her koşulda, her zaman her yerde insan hak ve özgürlüklerinden yana olacağımızın ve ihlalleri ifşa etmekten ve kamuoyu ile paylaşmaktan vazgeçmeyeceğimizin bilinmesini istiyoruz.
İHD-BARO-TİHV-MAZLUMDER-TABİP ODASI- STGM
İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi,
Diyarbakır Barosu,
Türkiye İnsan Hakları Vakfı Diyarbakır Temsilciliği,
Mazlumder Diyarbakır Şubesi,
Diyarbakır Tabip Odası,
Sivil Toplumu Geliştirme Merkezi