Barışa ses vermek

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi 10 Aralık 1948'de, Paris'te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda kabul ve ilan edildiğinde, büyük umutlar ve sevinçler yaratmıştı. 1945'te kurulan Birleşmiş Milletler, insanlığın büyük düşünsel birikimini Bildiri'ye yansıtmış, bir daha acılar yaşanmasın diye, dünya halklarının bildiride yer alan haklara ve özgürlüklere dayalı, adil bir hukuk düzenine hakkı olduğunu vurgulamıştı.

Yaklaşık 36 milyon insanın yaşamını yitirdiği, kentlerin yakılıp yıkıldığı, atom bombalarıyla yüz binlerce insanın aynı anda öldüğü, nesilden nesile geçecek hastalıklara yakalandığı bir dönem 2. Dünya Savaşı, aşılmaya çalışılıyordu.

Savaş durumu yerini barış durumuna bırakacaktı.

Umut barışta idi.

Evrensel Bildiri, tüm insanların, haklarda ve insan onuruna sahip olma bakımından onurda, eşitliğini temel alıyordu. Birinci maddesinden 21. maddesine kadar kişisel ve siyasal hakları, 21. maddesinden 28'ci maddesine kadar ekonomik ve sosyal hakları bir bütün olarak düzenliyordu. Bildiri, gelecekte, Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanacak Sözleşmeler'e kaynak teşkil ediyordu. Bildiri'nin manevi etkisi dalga dalga dünya coğrafyasına yayılıyor ve hissediliyordu.

Evrensel Bildiri, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü imzasıyla Resmi Gazete'nin 27 Mayıs 1949 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Bildiri'nin başlangıcında Bakanlar Kurulu kararı da bulunmaktaydı. Bakanlar Kurulu, 6.4.1949 tarihli toplantısında Bildirinin, Resmi Gazete'de yayımlanmasından sonra, "okullarda ve diğer eğitim müesseselerinde okutulması ve yorumlanması ve bu beyanname hakkında radyo ve gazetelerde münasip neşriyatta bulunulması" kararını da almıştı.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin kabul ve ilan edilişinin üzerinden 55 yıl geçti. Etkileri güçlü olmakla birlikte, Bildiri'de yer alan haklar ve özgürlüklerin yaşama geçirilmesi açısından bakıldığında, insanlığın hala özgürleşemediği; devletlerin, halkların insan hakları ve özgürlüklerini çeşitli bahanelerle kısıtladığını; bu hakları ve özgürlükleri tanımadığını, iç hukuklarına yansıtmadığını; yansıyan durumlarda da, büyük çoğunluğu ile uygulamaya geçirmediğini gözlemliyoruz. Dünyanın büyük bir kısmı, hala militer/otoriter/totaliter sistemlerle yönetilmektedir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, bir üçüncü dünya savaşı yaşanmamakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'nda ölen insan sayısından daha fazla insanın, bölgesel, ikili ya da iç savaş ve çatışmalarda yaşamlarını yitirdiği görülmektedir. Birleşmiş Milletler Şartı'nın barışa ilişkin ilkelerinin güçlü ülkeler tarafından, emperyal amaçlarla, sürekli ihlal edildiğini; saldırı savaşları ile işgal eylemlerinin gerçekleştiğini görüyoruz.

Özellikle, 11 Eylül'den sonraki süreçte, insan hakları ve özgürlükleri anlayışında aşınmaların yaşandığını, güvenlik gerekçesiyle özgürlüklerin engellendiğini gözlemliyoruz. Özgürlük ve güvenlik kavramlarını çatıştıran yeni eğilimin felsefi ve teorik arka planında, yüzyıllar önce aşılmış hak ve ödev kavramları çatışmasının bulunduğunu saptıyoruz. İnsanlığın ulaştığı aşama, hakların ödevlere göre belirlenmesi fikrinden, ödevlerin haklara göre belirlenmesi olduğu halde, yeni yaşadığımız süreçte, başka kavramlarla yüzlerce yıl önce aşılmış olan anlayış, özgürlük ve güvenlik kavramlarını kullanarak kendisini hissettiriyor. Bu yeni eğilim, aralarında Türkiyeli insan hakları savunucularının da bulunduğu dünyadaki insan hakları hareketleri tarafından mahkum ediliyor.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, hakları ve özgürlükleri bir bütün olarak yansıttığı halde; özellikle ekonomik ve sosyal haklar açısından, tüm dünyada tam bir eşitsiz gelişmenin yaşandığını; dünyada üretilen toplam mal ve hizmetlerin yoksul halklar ve ülkeler aleyhine bir durumu yansıttığını ve bunun derinleştiğini gözlüyoruz. Dolayısıyla, dünyada yoksulluk artmaya devam etmektedir. Açlık artmaktadır. Yeryüzünde yaşayan 6 milyardan fazla insanın büyük çoğunluğu, eğitim ve sağlık olanaklarından ve haklarından yararlanamamaktadır.

Dünyamız, 55 yıl sonra da, haklara ve özgürlüklere göre şekillenen bir dünya değildir. Dünyamıza hükmeden güç ne yazık ki, sermayenin gücüdür. Sermaye ya da para da büyük Alman düşünür Goethe'nin Faust adlı yapıtında ifade edildiği gibi, insanlara ve onların haklarına ve özgürlüklerine, asla kabul edilemeyecek bir yaklaşım sergilemektedir.

Sermaye tüm dünyayı kendisi için cennet haline getirmekte, saniyeler içinde en yüksek karı elde edebileceği yerlere girmekte, çıkmakta,dolaşabilmektedir. Sermaye, çıkar için değerleri kullanmaktan çekinmemektedir. Sermaye, özgürlüğü, yalnızca ticaret özgürlüğü olarak algılamaktadır. Satın alma, kar etme özgürlüğünü, insanın özgürleşmesi kavramı ile eşitlemektedir. Seyahat özgürlüğünü, münhasıran kendisinin özgürlüğü olarak anlamaktadır. Özel olarak devlet sınırlarının, genel olarak da sınırların ve sınırlamaların kendisi için kaldırılmasını istemektedir. İnsan bugün, paraya hükmeden özne değil, paranın hükmettiği nesne konumuna itilmek istenmektedir. Dolayısıyla sosyal bir varlık olan insanın sınırsız ihtiyaçlarının karşılanması sorunu orta yerde durmaktadır. Eşitlik, sosyal adalet ilkesi çiğnenmektedir. Tüm dünyada ve her bir ülkedeki, eşitlik ilkesine aykırı durumlar da, esas olarak ülke içi ve ülkelerarası barışı tehdit etmektedir. Barış, eşitlik, özgürlük temelli olarak kavranmamakta, kurulamamakta, sürekliliği sağlanamamaktadır. Barış daha çok silahların sağladığı bir denge ya da güçlünün güçsüzleri susturması durumu olarak algılatılmak istenmektedir.

Oysa barışın sese ihtiyacı var.

Bu ses, ne bombaların sesidir; ne de bombaların sesi ile susturulmuş, yalvarmaya ve karşı konulamayacağı düşünülerek teslimiyeti içeren bir sestir.

Barışın insanların sesine ihtiyacı var. Barışı, özgürlük, eşitlik, kardeşlik temelli olarak inşa edebiliriz. Barışı halkların barış kültürünü temel alarak inşa edebiliriz. Haklar ve özgürlükler temelli barış, aynı zamanda demokrasiye işaret eder.

Tüm dünyada demokrasiye. Halkların özgür iradesine dayalı olarak demokrasiye. Barışın sesi, bombaların sesinden güçlüdür. Barışın sesi, evleri yıkan tanklardan, çocuklarımızın canlarını alan misket bombalarından; kollarımızı ve bacaklarımızı koparan kara mayınlarından ve serbest patlayıcılardan güçlüdür.

Barışın sesi, insan sesidir, insani bir sestir�

Filmi, oyunu yapan sestir. Bilimi, kültürü, sanatı yaratan�

Evrensel Bildiri'nin 55. yılında, ülkemizde insan hakları ve özgürlükleri sorunu, aşılamayan bir sorun olmaya devam etmektedir. Sistem, anayasal ve yasal çerçeve olarak militer/otoriter olma özelliğini korumaktadır. Askeri darbe ürünü olan 1982 anayasasının 21 yıllık zaman diliminde 50'den fazla maddesinde değişiklik yapılmış olmasına; son iki yılda 7 ayrı pakette, 41 yasada, 120'nin üzerinde maddede değişiklik yapılmış olmasına karşın, Türkiye'nin demokratik bir ülke olarak nitelenmesi mümkün değildir.

Son yıllarda Türkiye toplumunda büyük bir bilinç sıçraması görülmesine, iç dinamiklerin yüksek sesle insan hakları ve özgürlüklerine dayalı, demokratik bir anayasa ve yasal sistem talebine karşın, süreç AB takvimine göre şekillenmekte; politik ve bürokratik kadrolar Türkiye toplumu ile diyaloğunu AB üzerinden gerçekleştirmektedir. Görüntüdeki bu durum, sanki bu ülkede haklar ve özgürlükler için büyük bir mücadelenin verilmediği izleniminin de doğmasına neden olmaktadır. Türkiye'de karar vericiler açısından AB hedefi motivasyon sağlayıcı bir faktör olarak görülebilir. Ancak biz insan hakları savunucuları açısından, esas olan insan hakları ve özgürlükleriyle ilgili standartlardır ve bu standartları esas alan bakış açımız ve mücadelemiz de kesintisiz olarak sürmektedir. Genel olarak Türkiye demokratik kamuoyu açısından da durumun bu şekilde değerlendirildiğini gözlemliyoruz. O nedenle, insan hakları ve özgürlükleri sorununun, devletin dış politikasında kurduğu ilişkilere göre şekillenmesi, İHD açısından kabul edilemez bir durumdur. Yurttaşlarımızın hak ve özgürlüğü, dış politikanın bir unsuru olarak ele alınamaz; pazarlık konusu yapılamaz. Her şart altında, insan hakları ve özgürlüklerini talep etmek, gerçekleştirmek ve yaşama geçirmek şarttır.

Türkiye, yargısı bağımsız ve tarafsız bir ülke olmalıdır. Türkiye, hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olarak, bağımsız ve tarafsız yargıyı yeniden ve hızla yapılandırmalı, adil yargılanma hakkının gereklerini yerine getirmelidir. İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesinde, demokratik kamuoyu gücünün yanında, yargı gücü ve yargısal koruma temeldir. Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı yerde, insan haklarının korunmasından ve geliştirilmesinden söz edilemez.

Türkiye, adil bir seçim sistemine geçmeli, yurttaşların ülke yönetimine katılımını sınırlandıran yüksek barajlı sistemden vazgeçmelidir. Temsilde adalet ilkesi temel alınmalıdır. Siyasal partiler yasası demokratik bir yasa haline getirilmeli, siyasal partilerin düşünce özgürlüğü, dil kullanma özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. Türkçe dışındaki dillerin kullanılmasına ilişkin yasaklar Milletvekili Seçimi Kanunu'ndan ve Siyasi Partiler Kanunu'ndan da çıkarılmalıdır.

Türkiye, ifade özgürlüğü önündeki engelleri kaldırmalıdır. Türkiye düşüncelerini açıkladığı için insanların tutuklandığı ve cezalandırıldığı bir ülke olmaktan çıkarılmalıdır.

Türkiye yargısı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına paralel bir zihni ve pratik çaba içersinde olmalıdır.

Türkiye, yurttaşları ile ilişkisinde onların etnik kökenlerine, dillerine, inançlarına ve kültürlerine göre tutum almamalıdır. Sistemini anayasal yurttaşlık temelinde kurgulamalı ve yapılandırmalıdır. Türkiye cumhuriyeti, Türkiye toplumunun çoğulcu etnik, dilsel, dinsel ve kültürel özelliğine uygun bir yapılanmaya gitmeli ve bütün yurttaşlarını, bütün özellikleriyle kucaklamalıdır. Bu çerçevede, kültürel haklar alanında çeşitli yasalardaki sınırlamalar kaldırılmalı; yasaların yaşama geçmesinde yönetmelikler gibi daha alt normatif düzenlemeler alanında yasama organının iradesine müdahale niteliğindeki düzenlemelerden vazgeçilmeli ve haklar uygulamaya geçirilmelidir. Türkiye'de bir Kürt sorunu bulunmaktadır ve bu sorunun kültürel boyutu yanında, ekonomik, sosyal, hukuksal ve siyasal boyutu da bulunmaktadır. O nedenle, sorunlar karşısında "yokmuş gibi" davranmak yerine sorunların varlığını kabul ederek, bütün toplum kesimleriyle birlikte sorunun demokratik, barışçıl çözümüne yönelmek gerekir. OHAL'in hukuksal olarak kaldırılmasından sonra, fiili OHAL uygulamalarına devam etmek kabul edilemez uygulamalardır.

Türkiye, hem laiklik ilkesini kabul edip hem de örtük bir biçimde dini devletleştirme, bir dinin bir mezhebine göre yapılanma; farklı din ve inançları sistem dışında tutma anlayışından vazgeçmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlaşma; okullarda zorunlu din dersleri gibi uygulamalarda bulunma, başörtülü yurttaşlarının bireysel özgürlük alanına müdahale etme; kamusal alan kavramını devlet alanı olarak görme anlayışından vazgeçmelidir. Bütün yurttaşlar eşittir ve yarattıkları kültürler eşdeğerdir. İnançlar alanı, devletlerin değil, bireylerin özgürlük alanıdır. Kimin neye, nasıl inanacağına ve inanmayacağına, devletler değil, bireyler karar verir. Devletler yalnızca bu özgürlüğü koruyucu, güvence altına alıcı eylemde bulunabilirler. Laik devletler dinler ve inançlar karşısında tercihlerde bulunmazlar.

Türkiye, sokaklarında ve gözaltı merkezlerinde insanlara kamu görevlilerinin işkence yaptığı bir ülke olmaktan kurtarılmadır. İşkencenin önlenmesi için yüksek politik kararlılık gösterilmeli, insan hakları savunucuların önerileri doğrultusunda önlemler alınmalıdır. İşkence yapmakla suçlanan kamu görevlilerinin yargılanamaz, cezalandırılamaz, adresleri bulunamaz ve bir türlü davaları sonuçlandırılamaz olmaktan çıkılmalıdır. 12-13 yıl boyunca sonuçlandırılmayan işkence davaları, işkence yapanların korunması anlamına gelmektedir. Suçlular cezalandırılmalı, suçsuzlar hakkında bir an önce de beraat kararları verilmelidir. İşkencenin önlenmesinde yargının adil, etkin ve hızlı işleyişi sağlanmalıdır.

Türkiye, askeri yargı, sivil yargı ikiliğinden ve adil yargılanma ilkelerine aykırı Devlet Güvenlik Mahkemeleri olgusundan kurtulmalıdır.

Türkiye, cezaevlerinde insanların ölmediği, öldürülmediği, kendilerini açlık grevi ve ölüm orucu eylemine başvurma zorunda hissetmediği, insanların tek kişilik hücrelere ya da cezaevlerine kapatılarak tecrit ve izolasyon koşullarında tutulmadığı bir ülke olmalıdır. Tecrit ve izolasyon bütün cezaevlerinde kaldırılmalıdır. Her tutuklu ve hükümlünün, atılı suç ne olursa olsun, cezaevlerinde de insan onuruna uygun koşullarda yaşamaya hakkı bulunmaktadır. Cezaevleri sorunları diyalog yolları sürekli açık tutularak çözülmelidir.

Türkiye, insan hakları savunucuları üzerinde son yıllarda geliştirdiği ve yargı baskısına dönüştürdüğü uygulamalardan vazgeçmelidir. Özellikle İHD ve TİHV yönetici ve üyeleri hakkındaki hukuk dışı uygulamalar, girişimler ve soruşturmalar ortadan kaldırılmalıdır. Son üç buçuk yılda İHD Genel Merkez ve Şube yöneticileri hakkında açılan soruşturma ve davalar 500'ü aşmıştır. Temel insan hakları belgelerindeki insan hakları örgütlerinin işlevleri, önemi bir tarafa bırakılarak TİHV yöneticilerinin görevden alınması istemine kadar varacak baskı yollarına başvurulmuştur.

Türkiye, ekonomik ve sosyal haklar açısından, sosyal adalet ilkesinin, kamu yararı, kamu hizmeti kavramlarının unutturulmak istendiği; böylelikle, devletin sosyal devlet olma özelliğinin yok edilmek istendiği bir sürece sürüklenmek istenmektedir. Türkiye'de,henüz derinliği olmasa da, genel yönelim olarak demokratikleşme öne çıkmasına karşın, ekonomik ve sosyal haklar alanında, bu süreçle çelişen bir trend gözlenmektedir. İşsizlik ve yoksulluk artmakta, gelir dağılımındaki adaletsizlik üst boyutlara çıkmaktadır. Oysa teorik olarak, kişisel ve siyasal haklar ve özgürlükler alanındaki gelişmelerin, ekonomik ve sosyal haklarla paralellik taşıması gerekir. Ancak Türkiye'deki demokratikleşme sürecinin karakteri bu genel doğruya karşılık gelmemektedir. Bu durum, demokratikleşme sürecinin, derinliği olmayan bir süreç olma özelliği ile açıklanabilir. Derinlikten yoksunluk, çıkarılan yasalar bağlamında, uygulamaya bir türlü geçemeyiş, bu alandaki direncin aşılamaması olarak değerlendirilebilir. Türkiye'deki bölgeler, kentler ve tüm bu alanlarda toplumsal sınıf ve tabakalar arasındaki bölüşüm ilişkilerindeki adaletsizlik bir durumdur. Bu durumun düzeltilmesi imkanları vardır. Bu imkan doğrudan doğruya siyasi tercihler biçiminde kendisini göstermektedir. O nedenle, devletin sosyal yönü ile genel demokratik yönü arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır.

65 bin kamu çalışanını Aralık 2000 tarihindeki basın açıklamaları nedeniyle cezalandırmak üzere hareke geçen ve bunun 8500'nü cezalandıran anlayış, elbette bölüşüm ilişkilerinde de adalet duygusunu yitirecektir. Milyonlarca yurttaşın sosyal güvenceden yoksun oluşu, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlandırılmaması temel politik tercihlerdir. Bütçeden, adalet, sağlık ve eğitim hizmetleri için ayrılan pay ile, silahlanma için ayrılan pay, Türkiye'nin temel tercihler bakımından nasıl bir sisteme sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye'de sorun, asıl olarak pastanın küçüklüğünden değil, pastadan dağıtılacak payın yurttaşlar arasında adil dağıtılmamasından kaynaklanmaktadır. Dünyanın 18. büyük ekonomisine sahip olmak, yurttaşların payına düşen miktara bakılınca hiçbir anlam ifade etmemektedir. Milyonlarca yurttaşının yoksulluk ve açlık sınırında yaşadığı bir ülkenin, ekonomik büyüklüğü ile övünmesi, boş bir böbürlenmeden ibarettir. O nedenle, gerçek standartlara bakmak gerekir.

Bölgeler, kentler ve toplumsal sınıf ve tabakaların yaşam standartlarıdır ölçü. Bireylere, kendisini ve ailesini insan onuruna yaraşır şekilde yaşatacak bir gelir olanağı sunulup sunulmadığıdır sorun. Sağlık ve eğitim hizmetleri alıp almadığıdır. Sağlıklı konutlarda yaşayıp yaşamadığıdır. Sağlıklı içme suyuna sahip olup olmadığıdır. Bilimsel ve teknolojik olanaklardan yararlanıp yararlanamadığıdır. Kendisi ve ailesi, çocukları için, kültürel, sanatsal, sportif etkinlikleri gerçekleştirme olanaklarına sahip olup olmadığıdır. Eğer bu yurttaşlar özürlü ise, ki sayıları 12 milyonun üzerindedir, insan onuruna uygun muamele görüp görmedikleridir. Kadınlar olarak, eşit olanak ve fırsatlara sahip olup olmadıklarıdır. Ayrımcı muameleye tabi tutulup tutulmadıklarıdır. Çocuklar olarak korunup korunmadıklarıdır. Haklarına saygı gösterilip gösterilmediğidir.

İnsan hakları savunucularının, "barışa ses vermek" çağrısı, işte bazılarına değindiğimiz haklar ve özgürlüklere dayalı dünya ve Türkiye talebi ve özlemi çağrısıdır.

Tüm dünyada barışın temelini, yukarıda sözünü ettiğimiz değerler, özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik değerleri oluşturur.Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar oluşturur…Dünya barışının da, iç barışların da temeli bunlardır.Haklara ve özgürlüklere sahip olmak; bu hakları kullanmak ve geliştirmek.

Özgürce!.

Hüsnü Öndül
İHD Genel Başkanı

Bir cevap yazın