Daha önce de ifade ettiğimiz üzere; 1992 yılında 3 Aralık’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Uluslararası Engelliler Günü ilan edilmesinin üzerinden geçen 31 yılda bu alana dair farkındalık artmış, sakat, özürlü, engelli derken bugün Dünya Sağlık Örgütü tarafından “duyu yitimi”” tanımına geçilmiş, ancak ayrımcı, ötekileştiren, önyargılı yaklaşımlar önlenemediği gibi meselenin özellikle toplumsal ve sınıfsal boyutu göz ardı edilmiştir. Uluslararası sözleşmeler yanında ulusal mevzuatta da düzenlenmiş bulunan ve engelli bireylerin sosyal ve ekonomik hayata katılmasının, temel hakları kullanabilmesinin ön şartı olarak görülen “erişilebilirlik” devlete getireceği mali yük gerekçe gösterilerek sağlanmamış, eşit bireyler olarak hayata katılmalarının önündeki engeller halen kaldırılmamıştır. Bu engellerle mücadele etmenin de engele takılanlara bırakıldığı bugün bir kez daha; toplumsal güçlere ve devlete, görev ve sorumluluklarını hatırlatıyor, ‘ENGELLERİ KALDIRIN !’ diyoruz.
6 milyon dolayındaki mülteci içindeki engelli nüfus haricinde 10 milyon civarında fiziksel, zihinsel ve fizyolojik duyu yitimli /engellinin yaşadığı Türkiye’de, bu alana dair güncel verilerin kaydedilmemesi ve engelli haklarının sağlanması için yeterli bütçe ayrılmaması, meselenin görmezden gelindiği yanında, gözden ırak tutulmaya çalışıldığını ve aynı zamanda; çoğunluğu, sonradan geçirilen bir kaza( iş kazaları, trafik kazaları, ev kazaları vb) , saldırı, çatışma ve savaş, askeri mühimmat ve mayın patlaması, sağlık ve tedaviye erişimde yaşanan sorunlar nedeniyle karşımıza çıkan bu durumlar için önleyici tedbirlerin de alınmadığını, hatta böyle bir derdin olmadığını göstermektedir. Bu göz ardı edişte, meselenin sınıfsal boyutu, engellilik yaratan olayların ve engellerin aşılamadığı durumların ağırlıklı olarak yoksul kesimde yaşanmasının da etkisi olduğu gözden kaçmamaktadır.
Kamu otoriteleri bu konuda açıklamalarda bulunmasalar da, dikkat çektiğimiz basit birkaç sayısal veri bile, devletin engellilere yönelik sorumluluklarına olumsuz yaklaşımını gözler önüne sermektedir; Örneğin İett otobüslerinin % 59 unda, kamu binalarının % 51’ inde tekerlekli sandalye rampası yok, % 75 in de engelli kullanımına uygun tuvalet dahi yok. Sokaklarda, çocuk parklarında, okullarda, hastanelerde de durum bundan farklı değil. Bu belirlemeler özellikle tekerlekli sandalye örneği üzerinden yapılsa da diğer engelli grupların da benzer engellere maruz kaldıkları bilinmektedir.
Süreç içinde dünyadaki eğilime, artan farkındalık ve hak temelli mücadeleye paralel olarak tabii ki Türkiye’de de bazı değişimler olmuş, çürük, malul, sakat, özürlü tanımları kısmen terk edilmiştir. 6462 sayılı “…Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair” 03/05/2013 tarihli kanunla 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda yer alan özürlü ve sakat kelimeleri, engelli kelimesi olarak değiştirmiştir. Ancak bu değişimin altı doldurulmamıştır.
Mevzuatta kimi iyileştirmeler olsa da; 1997 tarihli İmar Kanunu, 2005 tarihli 5378 sayılı Engelliler Hakkında Kanun ve 2006 tarihli BM Engelli Kişilerin Haklarına Dair Sözleşmenin gerekleri halen yerine getirilmemektedir.
Ulusal ve uluslararası mevzuatta tanımlanmış ve devlete sorumluluk olarak yüklenmiş olmasına rağmen “Engelli bireylerin bağımsız yaşayabilmelerini ve yaşamın tüm alanlarına tam ve etkin katılımını sağlamak ve engelli bireylerin, engelli olmayan bireylerle eşit koşullarda fiziki çevreye, ulaşıma, bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemlerine dâhil olacak şekilde hem kırsal hem de kentsel alanlarda halka açık diğer tesislere ve hizmetlere, “evrensel tasarım” ilkesiyle erişiminin sağlanması” olarak tanımlanan “Erişilebilirlik” sağlanmadığı için kanun ve sözleşmeler halen anlam kazanamamıştır.
Yerine getirilmeyen yükümlülükler yanında çıkarılan engeller nedeniyle; onlarca yıldır engellilerin sokağa çıkmaları, okullara kabul edilmeleri, eğitim hakkına erişebilmeleri, iş bulabilmeleri, sosyal hayata, kültürel hayata, siyasete katılmaları engellenmektedir.
Ekonomik kriz, salgın hastalıklar ve deprem gibi değişik nedenlerle artan işsizlik, yoksulluk ve sağlığa erişimde yaşanan sorunlar; engelli kadınlar, çocuklar, yaşlılar, mahpuslar ve mülteciler için özel iyileştirici önlemlerin acilen alınmasını zorunlu kılmaktadır.
İnsan hakları savunucuları olarak biliyoruz ki; engellilerin hayata eşit katılımı önündeki en büyük engel resmi otoritelerin tutumu ise de, toplumsal yaşamın örgütlenmesinde hepimize düşen sorumluluklar var. Çalışma alanlarımızda, kurum temsilinde, siyasette, mecliste, yerel yönetimlerde kaç engelli yer alıyor, ailemizdeki çevremizdeki engellilerin kaçı eğitime erişiyor, çalışabiliyor, kullanım alanlarımız engelliler için uygun dizayn edilmiş mi, sorularına verdiğimiz cevaplar bile bu konudaki eksikliği yüzümüze vurmaya yetiyor ve içe dönük bir dönüşümü de gerekli kılıyor.
Ve yine biliyoruz ki; vicdan çağrısı ya da yardım çağrısı yapılarak engeller ortadan kaldırılamaz. Meseleye toplumsal ve ekonomik boyutunu göz ardı etmeden hak temelli yaklaşmak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden başlayarak, tüm uluslararası sözleşme ve belgelerde düzenlenen hakların, engelli bireyler tarafından da kullanılmasını sağlamak devletlerin sorumluluğu olduğu gibi, devletleri bu sorumluluklarını yerine getirmeye zorlayacak güçte bir toplumsal mücadeleyi örgütlemek de hepimizin görevi.
Engel Varsa Engelli Vardır. Engelleri Kaldırın!
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ