Türkiye’nin 9 Ekim 2019 tarihinde Suriye’nin Fırat’ın Doğusu olarak bilinen Kuzey ve Kuzeydoğu bölgesine başlattığı askeri harekat, ülke içinde ve sınır ötesinde yaşanan insan hakları ve insancıl hukuk ihlalleri ile birlikte bir kere daha barış tartışmalarını ve barış savunucularının maruz kaldığı baskı ve yıldırma politikalarını gündemin en üst sıralarına taşımıştır.
Askeri operasyonun başlamasının üzerinden birkaç saat geçmişken sosyal medya paylaşımları nedeniyle 78 kişi hakkında yasal işlem yapıldığı Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından açıklandı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 10 Ekim 2019 tarihinde yaptığı bir açıklama ile bu konuda yapılan haber ve sosyal medya paylaşımlarına ilişkin yasal işlemlere başlandığını duyurmuştur. Nitekim ilk gün Birgün gazetesinin ve Diken haber sitesinin genel yayın yönetmenleri gözaltına alınmıştır. İçişleri Bakanı, 11 Ekim 2019 tarihinde yaptığı açıklama ile harekatla ile ilgili sosyal medya paylaşımları nedeniyle 500 kişi hakkında inceleme başlatıldığını, 121 kişinin ise gözaltına alındığını duyurmuştur. 9 Ekim 2019 tarihinden bugüne kadar yapılmak istenen her türlü gösteri ve basın açıklamaları da ya yasaklanmış ya da zor kullanılarak engellenmiştir.
Türkiye’nin askeri harekatı başladıktan sonra yaptığımız açıklamada savaşın öldürücü ve yıkıcı etkilerinden bahsetmiştik. Nitekim Türkiye’nin himayesinde harekata katılan Suriye Milli Ordusu isimli çete yapılanmasının Suriye’de gerçekleştirdiği aralarında Kürt kadın siyasetçi Hevrin Halef’in de bulunduğu sivillere yönelik katliamlar ile hava bombardımanında sivil konvoylarda bulunanların yaşamını yitirmesi [1’i gazeteci 11 kişinin öldüğü ve çok sayıda kişinin yaralandığı Kamışlı’dan Serêkaniyê’ye giden konvoya saldırı gibi] benzeri sivil ölümlerin gerçekleştirildiğini göstermiştir. Ayrıca bu askeri harekat nedeniyle Türkiye’de Nusaybin, Ceylanpınar, Akçakale, Suruç ve Kızıltepe’de havan atışları sonucu çok sayıda kişi yaşamını yitirmiş ya da yaralanmıştır. Kaldı ki Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği de konuyla ilgili yaptığı açıklamada sivil katliamları ile bazı SDG üyelerinin öldürülmesine ilişkin videolara dikkat çekerek, Türkiye’nin kendisiyle bağlantılı grupların infazlarından sorumlu tutulabileceğini açıklamıştır. İnsan hakları savunucuları, yaptıkları açıklamalarda bu tarz ağır insan hakkı ihlallerine karşı çıktıkları için eleştirilmekte ve hedef gösterilmektedir. Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın sivillerin korunması yükümlülüğü hilafına yaptığı açıklama ise yaşanan sivil katliamların görmezden gelinmesine hizmet etmekte, savaşın ölümcül ve yıkıcı sonuçlarını hafifletmeye çalışmaktadır.
CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı gibi savaşın yakıcı sonuçlarına dikkat çekip barış hakkını savunan kişilerin bizzat siyasal iktidar sözcüleri tarafından kitlelere hedef gösterilmesi oldukça tehlikelidir. Bu durum, bu kişilere yönelik can güvenliği sorunu doğurabilir. Hepsinden çok daha tedirginlik verici olan ise iktidara yakın gazetecilerin düzenli olarak hükümetin savaş eylemine karşı barışı savunan herkese tehdit ve hakaret etmesi ile bu kişileri hedef göstermesidir.
Bütün bu baskı ve tehdit ortamından İHD’de her zaman olduğu gibi payına düşeni alıyor. 700. haftadan beri Galatasaray Meydanı’nda toplanmalarına izin verilmeyen Cumartesi Anneleri bilindiği üzere İHD İstanbul Şubesi önünde oturma eylemlerini gerçekleştirmekteydi. Geçtiğimiz Cumartesi günü 759. haftada, 12 Ekim 2019 tarihinde yapılacak açıklamayı polis şiddet kullanarak engellemiş, İHD İstanbul Şubesi de polis saldırısına uğramıştır. İHD’ye ve insan hakları savunucularına yönelik saldırıların en vahim örneklerinden biri de İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin’in gazeteci Nedim Şener tarafından hakarete uğraması ve hedef gösterilmesidir. Uzun yıllardır maruz kaldığı baskılara karşın tutarlı bir biçimde insan haklarını ve barışı savunmaktan taviz vermeye Eren Keskin’in bu biçimde hedef gösterilmesi, Türkiye’de insan hakları savunucularının açık ve yakın tehlike ile karşı karşıya olduklarını göstermektedir.
İHD tüm bu süreçlerle ilgili olarak yaşanan ihlalleri bir ya da birkaç özel raporla kamuoyu ile paylaşacaktır. Ancak ilk izlenimlerimiz göstermektedir ki siyasi iktidarın savaş politikasına muhalif olan herkesin açık ve yakın tehlike altında olduğudur. Nefret söylemi yoğun olarak kullanılmakta; ana-akım ve iktidar yanlısı medya nefret söylemini çok sık kullanmakta ve barış savunucularının sesinin kısılması için her türlü yayını yapmaktadır. Bu oldukça tehlikeli bir durumdur ve vahim sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir. Ayrıca Türkiye’deki tüm sosyal medya paylaşımları iktidarın denetimi altına alınmış, en küçük bir eleştiri durumunda yaygın gözaltı ve tutuklamalar yapılmaktadır. Yargı yolu ile toplum üzerinde muazzam bir baskı oluşturulmuştur.
İHD olarak bir kez daha belirtmek isteriz ki Türkiye’nin de tarafı olduğu BM Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne göre savaş propagandası yasaktır. Dolayısıyla savaşa karşı çıkan ve barışı savunun insan hakları savunucularının korunmasının Türkiye’deki iktidarın, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın sorumluluğunda olduğunu belirtmek isteriz. Uluslararası kuruluşların görevlerini yerine getirerek Türkiye’deki siyasi iktidarı kuvvetlice uyarmalarını talep ediyor; nefret dili ve söylemini kullananları bunun suç olduğunu anımsatarak ileride utanacakları pozisyonlara düşmemeye davet ediyoruz.
İnsan Hakları Derneği
Genel Merkezi