Her 25 Kasım’da olduğu gibi bu yılda, insan hakları savunucuları, kadın örgütleri ve LGBTİ+ örgütleri kadına yönelik şiddet konusunu bir kez daha gündeme getirecekler.
Ve her saat, her dakika, kadınlar yine şiddet görmeye devam edecekler.
Kadına yönelik şiddet konusunu resmi sistemden ayrı tutarak tartışmak mümkün değil; dünya coğrafyasının tümünde erkek egemen iktidarlar var.
Coğrafyamızda da son derece erkek egemen, militer ve feodal bir bakış açısı toplum üzerinde egemen kılınmış durumda…
Şunu hiç unutmamalıyız, kadın ve erkek arasındaki ezme-ezilme ilişkisine karşı çıkarken, aynı zamanda ırkçılığa, şovenizme, militarizme de karşı çıkmak durumundayız.
Erkek egemenliğinin son aşaması, militer ve toplumsal cinsiyetçi ahlak anlayışını temel alan örgütlü devlettir.
Bu nedenle, kadına yönelik şiddeti tartışırken, resmi politikaları bir yana bırakarak tartışmak mümkün değildir.
Türkiye Cumhuriyeti ne yazık ki bir hukuk devleti olamıyor; yazılı hukuku ile uygulaması her zaman birbirinden farklı.
Gerek iç hukukta, gerekse uluslararası hukukta kadın ve trans kadınların birçok kazanımları var.
Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti devleti, 12.05.2011 tarihli İstanbul Sözleşmesinin ilk imzacı devleti. Bu sözleşmeyi, anayasasının 90. maddesine göre kendi iç hukukunun da üzerinde kabul etmiş. Bu sözleşmenin amaç maddesinde şunlar yazıyor,
a-) Kadınları her türlü şiddetten korumak, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak.
b-) Kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınların güçlendirilmesi yolu dahil, kadınlar ile erkekler arasındaki temel eşitliği teşvik etmek.
c-) Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet mağdurlarının korunması ve bu mağdurlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politikalar ve tedbirler geliştirmek.
d-) Kadınlara yönelik şiddeti ve aile içi şiddetti ortadan kaldırmak amacıyla uluslararası işbirliğini teşvik etmek.
e-) Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddeti ortadan kaldırmak üzere bütüncül bir yaklaşım benimsemek amacıyla etkili işbirliğini sağlamak için kuruluşlara ve kolluk kuvvetlerine destek ve yardım sağlamaktır.
Böylesine önemli bir sözleşmeyi imzalamış olan devletin, kadına yönelik şiddet konusunda 2018 yılı verilerine baktığımızda imzalanan bu sözleşmenin hayata geçirilemediği çok net biçimde ortaya çıkmakta.
İçişleri Bakanlığı bir soru önergesine verdiği cevapta; 2018 yılının ilk 7 ayında erkek şiddetine maruz kalan kadın sayısının 96.417 olduğu ve ilk 7 ayda 393 kadının öldürüldüğünü bildirdi.
Yine Cumhurbaşkanlığı İzleme Merkezi CİMER, 18 ayda 21.957 çocuğun kayıtlara hamile olarak geçtiğini açıkladı.
Bu demektir ki, 18 ayda 21.957 kız çocuğu tecavüze uğramıştır. Bu rakamlar korkunç bir gerçekliği ortaya çıkarmaktadır.
Şiddetin ve şovenizmin bu kadar meşrulaştırıldığı, çatışmalı süreçlerin bu kadar yoğun yaşandığı zamanlarda, şiddettin en büyük mağduru da kadınlar kız çocukları olmaya devam ediyor.
Türk Ceza Kanunu’nda 2005 yılında yapılan değişiklik öncesine kadar, “bir cinayetin namus nedeniyle işlenmesi halinde ceza indirimli olarak uygulanmaktaydı.”
İşte bu anlayış toplumsal cinsiyetçi ahlak anlayışının ceza kanununda yer bulmuş haliydi. Kadınların mücadeleleri sonucunda bu madde değişti; ancak, bu maddede yerini bulan anlayış hala değişmedi.
Geçtiğimiz günlerde liseden mezun olan çocuklarımız eğitilsin diye gönderdiğimiz bir üniversitenin üstelik Konya’da Uzay Bilimleri Fakültesinin Dekanı Mehmet Karalı, bir açıklama yaptı. Bu açıklamada, ‘Aile hayatına yönelik bazı politikaları yanlış buluyorum. İyi bir çocuk yetiştirmek, iyi bir ev hanımı olmak, bakan ya da başkan olmaktan veya başarılı bir iş kadını olmaktan daha çok elzemdir. Yerel seçimde hiçbir kadın belediye başkanı adayına oy vermeyeceğim’ dedi.
Böyle bir bakış açısına sahip kişiyi dekan yapan siyasi irade ile kadına yönelik şiddet arasında büyük bir paralellik olduğunu göz ardı edebilir miyiz?
İşte bu anlayış nedeniyledir ki, kadınlar şiddet görüyorlar, öldürülüyorlar, siyasetten yasaklanıyorlar, adeta ev içinde yaşamaya mahkûm ediliyorlar.
O nedenle diyoruz ki, kadına yönelik şiddet, politik şiddettir!
Ve kadına yönelik cinayet, politik cinayettir!
Coğrafyamızda kadınlar ve trans kadınlar yaşamın her alanında şiddet görmeye devam ediyorlar. Yaşadıkları şiddeti yargı önünde ispatlamakta zorlanıyorlar. Çünkü savcılıklar ve mahkemeler kadına yönelik şiddettin belgelenmesinde de işkence olaylarında olduğu gibi, bağımsız hekim raporlarını delil olarak kabul etmiyorlar. Yasada bir zorunluluk olmamasına rağmen, adli tıp raporu zorunluluğu arıyorlar. Oysa Adli Tıp bir resmi bilirkişilik kurumu. Siyasi iradeye tamamen bağlı.
Aynı adli tıp raporları nedeniyle birçok hasta kadın mahpus cezaevlerinde ölümle mücadele ediyorlar.
Kadınlar, aile içinde, sokakta, işyerinde her yerde ayrımcılığa maruz kalıyorlar ve şiddet yaşıyorlar.
Binlerce kadın KHK nedeniyle işlerinden atılarak açlığa mahkûm edilmiş durumdalar.
Türkiye Büyük Millet Meclisi yapısına baktığımızda, kadınlara siyasette ne kadar az yer verildiği çok net ortaya çıkıyor.
Tüm bunları düşündüğümüzde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin altına miza attığı uluslararası sözleşmeleri, kadına yönelik şiddet alanında da hiçe saydığı ortaya çıkıyor.
Bizler insan hakları savunucusu kadınlar olarak, yaşamın her alanında var olmaya ve erkek egemen, feodal ve militer şiddete karşı çıkmaya devam edeceğiz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ