Eş Genel Başkanımız Öztürk Türkdoğan’ın 20. Olağan Genel Kurulumuzda Yaptığı Konuşma

Sayın Divan, Sevgili İnsan Hakları Savunucuları, 

Rojbaş, hun bî xêr hatîn, ser seran ser çavan,

İnsan Hakları Derneği’nin 20. Olağan Genel Kurulu’na hoş geldiniz. Hepinizi saygı ve sevgi ile selamlıyorum.

Genel kurulumuzun 10 Ekim katliamının hemen öncesine gelmesi nedeni ile katliamda yaşamını yitiren 104 canımızı sevgi ve minnetle anmak istiyorum. Emin olun ki, 10 Ekim katliamı ve diğer tüm katliamların yargı önünde hesabı sorulacaktır.

Derneğimizin 35.yılında gerçekleştirdiğimiz 20. Olağan Genel Kurulumuzun şimdiden başarılı geçmesini diler, siz değerli delege arkadaşlarımla duygu ve düşüncelerimi paylaşmak isterim.

Yönetim Kurulumuzun 2018-2021 dönemi, Türkiye’nin tek kişi yönetimi altında  OHAL’in kalıcılaştığı ve Covid-19 pandemisi koşullarında insan hakları savunuculuğu yaptığımız bir dönem olmuştur. Bu dönem, ayrıca siyasi iktidarın Kürt sorunundaki çözümsüzlüğünün dayattığı çatışma ve savaş ortamı nedeniyle iktidarın her türden baskıcı politikalarına karşı direnme ile geçmiştir.

Halen etkisini sürdüren pandemi (Koronavirüs pandemisi) nedeni ile sağlık ve bununla bağlantılı yaşam hakkını öncelikli hak olarak gördüğümüz için Genel Kurulumuzu konuk çağırmadan ve 1 gün yapmak durumunda kaldık. Bizler her koşulda temel haklara öncelik göstermek ve buna göre tutum almak durumunda olan insanlarız. Bu koşullarda bile insan hakları çalışmalarını kesintisiz bir şekilde sürdürdük ve sürdürmeye devam ediyoruz. Pandemi ile mücadelede en ön saflarda yer alan ve her türlü fedakarlık ile görevlerini yapan sağlık emekçilerine saygılarımızı ve sevgilerimizi belirtmek gerekir. Yakın çalıştığımız TTB ve SES yönetimlerine ayrıca teşekkür ederim.

Yüzyıl önce görülen İspanyol gribinden tüm dünyayı sarsıcı bir şekilde etkileyen pandemi koşullarında ülkelerin rejimleri karakterini ortaya koymuş ve bu süreçte ekonomik ve sosyal hakların en az yaşam hakkı kadar önemli olduğu gerçeği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Derneğimizin geçen yıl insan hakları haftasında yayınladığı ekonomik ve sosyal haklar raporu esasında Covid ortamında işsizliğin ve yoksulluğun ne kadar geliştiğini göstermesi bakımından ibret vericidir. Maalesef ülkemizdeki yoksulluk ortamı giderek derinleşmektedir.

Hepinizin bildiği gibi insan haklarının amacı yoksulluktan ve korkudan kurtulmaktır. Pandemi ortamı göstermiştir ki, bırakınız yoksulluktan kurtulmayı, yoksulluk daha da derinleşmiş ve çok çeşitli hak ihlallerinin oluşmasına sebep olmuştur. Önümüzdeki dönem en önemli görevlerimiz arasında ekonomik ve sosyal haklar alanında mücadelemizi yükseltmek ve halkımız ile birlikte hak bilincinin gelişmesi noktasında çaba sarf etmektir.

24 Temmuz 2015 tarihinde başlayan silahlı çatışmalar ve devamında 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan darbe teşebbüsü gerekçe gösterilerek 20 Temmuz 2016’da başlatılıp 19 Temmuz 2018 tarihinde sona erdirilen OHAL (Olağanüstü Hal Uygulaması) çıkarılan 7145 sayılı Kanunla kalıcı hale getirilmiştir. Türkiye bugün OHAL rejimi özelliği taşıyan otoriter bir dönemi yaşamaktadır. OHAL koşullarında yapılan ve 16 Nisan 2017 tarihinde kabul edilen Anayasa değişikliği ile rejim değiştirilmiş ve bu rejim “Türk Tipi Başkanlık Modeli” veya “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” gibi isimlerle adlandırılmıştır. Bu rejimin tipik özelliği otoriter bir yönetim anlayışı olmasıdır. Türkiye’deki bu yönetim, pandemi süreci ile karşılaşınca otoriter uygulamalarını çeşitli idari tedbirler adı altında ve anayasaya aykırı olacak şekilde yasaklama tedbirleri ile yönetmeye çalışmıştır. Bir başka ifadeyle, bu dönemde pandemi yönetimi daha çok İçişleri Bakanlığı ve valiliklerin yasallık ilkesi’ne aykırı olacak şekilde aldığı yasaklama kararları ile geçmiştir. Ayrıca bu dönemde çıkarılan çeşitli yasalarla özellikle infaz sisteminde Cumhur İttifakının ulusalcı milliyetçi karakteri etkisini göstermiş ve siyasi mahpuslar aleyhine oldukça ağır bir infaz rejimi yaratılmış, emek-meslek örgütlerinin çalışmalarına müdahale edilmiş, derneklerin sıkı denetim altına alınması ve çalışamaz hale getirilmesi için çeşitli yasalar getirilmiştir. Kısacası yeni liberalizmin belirsizlik yaratan otoriter rejimi tüm özellikleri ile adeta Türkiye’de uygulamaya konmuştur. Böylesi koşullarda insan hakları savunuculuğu yapmanın zorluğu ve bir o kadar da direngenliği dönemini yaşamaktayız. Bu koşullar İHD’nin önemini ve vereceği mücadelenin yeniden hak bilincinin gelişmesinde ve yurttaşların yeniden hakkın öznesi olmasında önemli olacağını vurgulamak isterim.

Kürt sorunun çözümsüzlüğü ve silahlı çatışmaların devamı maalesef bu çalışma dönemimiz boyunca da devam etmiştir. Haziran 2020 ile birlikte Türkiye’nin askerî harekâtları Irak’ın kuzeyini kapsayacak şekilde genişletilmiş ve Suriye’den sonra Irak’ın da kuzeyinde belirli bölgeler denetim altına alınmaya çalışılmış ve çatışma sahası genişlemiştir. Kayyım atama ve yerel yönetimlerde halkın iradesinin yok sayılması siyaseti 2019-2021 yılları boyunca da devam ettirilmiştir. Bu vesile ile hapsedilen siyasetçiler şahsında Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile belediye eş başkanları şahsında Adnan Selçuk Mızraklı ve Gültan Kışanak’ı anmak istiyorum.

Türkiye’nin gerek Avrupa Konseyi ile ilişkileri gerekse de batı dünyası ile ilişkilerini devam ettirebilmek amacı ile siyasi iktidar tarafından açıklanan çeşitli reform paketleri ve bu kapsamda insan hakları eylem planı olmuştur. Bütün bu belgelere baktığımızda esasen mutlaka yerine getirilmesi gereken hususlar olduğu ve ana hatları ile daha önceden yapılan düzenlemelerin bozulması karşısında bunların tadil edilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla gerçek bir reform iradesinin oluşabilmesi için gerçek bir reformcu siyasi iradenin ortaya konması gerekmektedir.

Türkiye’de demokrasi ve insan hakları alanındaki gerileme ile ilgili söylenebilecek çok şey var. Ancak insan hakları, demokrasi ve barış mücadelesini kesintisiz olarak yürüttüğümüz 35.yılda önemli bazı tespit ve tavsiyeleri belirtmek isterim. Esasen bu tavsiyeleri sürekli dile getirmekteyiz.

Türkiye’nin demokratikleşebilmesi için gerçek bir çatışma çözümü gerçekleştirmesi ve geçmişi ile yüzleşmesi gerekmektedir. Türkiye’nin, Kürt sorununu kabul edip çözecek yeni bir barış sürecine ihtiyacı bulunmaktadır. Bununla birlikte, başta Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı talepleri olmak üzere ötekileştirilen tüm toplum kesimlerinin insan hakları taleplerini kabul edecek yeni bir siyasi iradeye ihtiyaç vardır. 7 Ekim 2021 günü açıkladığımız KONDA’nın derneğimiz için yaptığı Hapishaneler ve Mahpuslar Algı Araştırması bile Kürtlere uygulanan ayrımcılığı ortaya koymakta ve böylece “Kürt Sorunu vardır” demektedir.

Türkiye’nin gerçek bir çatışma çözümü ile birlikte yeni ve demokratik bir Anayasaya ihtiyacı bulunmaktadır. Yeni ve demokratik Anayasa yapılmadığı sürece 1980 askeri darbesini yapan generaller tarafından yapılmış 1982 Anayasası üzerinde yapılacak değişikliklerin çözüm getirmesi mümkün değildir. Anayasada 2017 yılında OHAL koşullarında gerçekleştirilen referandum ile kabul edildiği ilan edilen ve 2018 yılında hayata geçirilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli diye isimlendirilen anayasa değişikliklerinin bariz özelliği anti demokratik tek kişi yönetimi olmasından ibarettir.

İfade özgürlüğü demokrasinin temelidir. Demokrasiye giden yolun açılabilmesi için ifade özgürlüğünün mutlaka sağlanması gerekir. Terör tanımının belirsizliği nedeni ile TMK’nın kaldırılması, yayın kuruluşları üzerindeki RTÜK baskı ve sansürünün sona erdirilmesi, Kürt ve muhalif basın-yayın kuruluşları üzerindeki yargı baskısının ortadan kaldırılması, sosyal medyayı sürekli boğma girişimlerinden vazgeçilmesi elzemdir. Düşünceyi açıklama ve basın özgürlüğü sağlanmadan demokrasiye giden yolun açılması olası gözükmemektedir.

Başta toplumsal cinsiyet eşitliği alanında yaşanan ihlaller olmak üzere diğer ayrımcılık türlerinin yol açtığı ihlallerin ve her türlü ayrımcılığa yol açan politikaların, pratiklerin ortadan kaldırılmasının son derece önemli olduğunu vurgulamak isterim. Ayrımcılığın temelleri arasına etnik köken, cinsel kimlik, her türlü inanç veya inançsızlık eklenerek nefret söylemi yasaklanmalı ve nefret suçları yeniden düzenlenmelidir. Siyasi iktidar mensuplarının nefret söyleminden vazgeçmesi bu alanda atılacak ilk önemli uygulama olacaktır. Her türlü ayrımcılığa karşı mücadelemiz kesintisiz bir şekilde devam edecektir. Konya’daki nefret cinayeti gibi cinayetler ile mülteci/sığınmacılara yönelik nefret saldırıları etkili bir şekilde soruşturulmalıdır.

Kadına yönelik şiddetin önlenmesinde önemli bir kazanım olan ve toplumsal cinsiyet rollerini tanıyan Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesinin önce tartışmaya açılarak, çeşitli dini referanslarla hareket edilip sözleşmeden çıkılması tam bir hukuksuzluk örneği ve antidemokratik uygulama olmuştur. Cumhurbaşkanlığı’nın Anayasa 90 uyarınca kabul edilen uluslararası Sözleşmeden tek başına çıkma yetkisi bulunmamasına rağmen bunun gerçekleşmiş olması yeni tip keyfi ve belirsizlik rejiminin önemli bir göstergesi olmuştur. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması mücadelemiz devam edecektir.

Türkiye’de 2019 yılında yapılan yerel seçimler göstermiştir ki demokrasi, insan hakları ve barıştan yana güçlü bir siyasi ve toplumsal muhalefet bulunmaktadır. Siyasi ve toplumsal muhalefetin en geniş tabanda demokrasi ve insan hakları ilkesinde birleşik mücadele yürütmesi halinde verilecek mücadele ile Türkiye’nin demokratikleşmesi sağlanabilir. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu ağır sorunlar ancak ancak siyasi ve toplumsal muhalefetin zorlayarak iktidarı mecbur bırakacağı erken seçim ile mümkün olabilir. İnsan hakları savunucuları olarak demokrasi mücadelesinde toplumsal muhalefetin bir parçası olarak bu mücadelenin içerisindeyiz. HDP’nin siyaset yapma hakkını savunuyoruz açıklaması için bir araya getirdiğimiz 46 kuruluş siyasi ve toplumsal mücadele için önemli bir zemin oluşturmaktadır.

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemi kendisini bağımsız ve tarafsız yargıda gösterir. Hukukun üstünlüğü ilkesine uygun bir yargı yapılanması olmadan adaletin yerini bulması mümkün değildir. Siyasi iktidarın açıkladığı yargı reformu stratejisinin tam tersi istikamette düzenlemeler yapılmış, Covid-19 salgını bahanesi ile siyasi mahpusların aleyhine infaz kanunu değişiklikleri yapılmış, çoklu Baro ve seçim yöntemine müdahale ile yandaş Baro yaratacak kanun değişikliği yapılmıştır. TMK kullanılarak ve bu kapsamdaki suçlara yönelik özel yargılama sistemi ise tüm Türkiye’de etkisini artarak sürdürmektedir. Bu gelişmeler siyasi iktidarın tamamen yargıyı etkisi altına almak istediğini göstermektedir. Yargının ise siyasi iktidarın bu yönelimine uygun davrandığı, giderek uluslararası sözleşme ve protokollerde düzenlenen standartlardan uzaklaştığı, anayasa 90. Maddeye aykırı kararlar ürettiği, AİHM karar ve içtihatlarına aykırı kararlar aldığı(örneğin; Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararları) oldukça vahim bir durum yaşanmaktadır. Şenyaşar Ailesine yapılan insanlığa karşı suçların etkili olarak soruşturma konusu yapılmaması adaletin dip seviyede olduğunu göstermektedir. KONDA anketi adalete olan güvensizliğin %70 civarında olduğunu göstermektedir. Yeni ve demokratik anayasa ile kuvvetler birliğine son verilmeden adil yargılama, hukukun üstünlüğü, tarafsız ve bağımsız yargı oluşması mümkün değildir.

Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi devlet içi çete yapılanmalarının tasfiye edilmemiş olmasıdır. Kontrgerilla gerçeğinden sonra Fethullah Gülen örgütünün devlet içindeki varlığının askeri darbe girişimine kadar kendisini göstermesi tehlikenin ne kadar büyük olduğunu ortaya koymuştur. Ancak tasfiye edilen yapıların yerine yeni yasa dışı yapılanmaların oluşmaması için demokratik yönetim şarttır. Oysa darbe teşebbüsünden sonra iyice ortaya çıkan fiili iktidar blokunu oluşturan kesimlerden bazılarının geçmiş yıllarda devlet içindeki yaşa dışı yapılanlardan dolayı yargılandıkları aşikardır. Son birkaç aydır Sedat Peker isimli kişinin ifşaatları durumun ne kadar vahim olduğunu göstermektedir.  Bu durum biz insan hakları savunucularını ciddi olarak kaygılandırmaktadır. Bununla birlikte cezasızlık politikası ve kültürüne son verilerek, suç işleyen devlet görevlilerinin korunmasından vazgeçilmelidir.

Devlet içi çetelerin işledikleri ağır suçlara karşı yıllardır verdikleri mücadele nedeni ile Cumartesi Anneleri, Cumartesi insanları, Barış Anneleri, Kayıp yakınları ve elbette insan hakları savunucularını mücadeleleri nedeni ile bir kez daha kutluyorum. Bu mücadele adalet ve hakikat mücadelesidir. Kesintisizdir ve birlikte yürüttüğümüz uzun soluklu bir mücadeledir.

Otoriterleşme ile birlikte ekonomik ve sosyal haklardaki gerileme artarak devam etmektedir. Covid-19 salgını nedeni ile işsizlik ve yoksulluk daha da artmıştır. İşçi ve emekçilerin haklarının verilmemesi için de otoriterleşmede ısrar edilmekte, temel ekonomik istatistikler üzerinde manipülasyon yapılarak ağır hak kayıplarının yaşanmasına neden olunmaktadır. Covid-19 salgını göstermiştir ki, bu dönem ekonomik ve sosyal hak mücadelesi artarak devam etmelidir. Üniversite öğrencilerinin barınma hakkı için verdikleri mücadele bu hakkın önemini bir kez daha göstermiştir. Emek meslek örgütleri ile birlikte bu alanda daha fazla mücadele etme ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

İşkence ve kötü muamele yasağını ihlal eden pratiklerde bilhassa OHAL’in ilanından sonra ciddi bir artış olduğu hak ihlalleri raporlarımızla belgelenmektedir. Benzer şekilde, zorla kaybedilme vakaları da tekrar yaşanmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra kişilerin zorla kısa süreliğine alıkonularak tehdit edilmeleri ve bu şekilde işkence ve kötü muameleye uğramalarına dair şikayetler de giderek artmıştır. OHAL KHK’ları ile getirilip yasalaştırılan çeşitli usul kuralları cezasızlığa neden olmaktadır. Özellikle 12 günlük gözaltı süresinin OHAL sonrası 7145 sayılı yasa ile sürdürülüyor olması oldukça ciddi bir durum yaratmıştır. Bunun yanı sıra cezasızlık politikası bu ihlallerin incelenmesinin önünde engel teşkil etmektedir. Cezasızlık politikasına son verilerek etkili, kapsamlı ve bağımsız idari ve adli soruşturmalar yürütülmelidir.

İHD 35 yıl önce çocukları hapishanelerde işkenceye ve kötü muameleye uğrayan annelerin çabaları ile kurulmuştur. Bugün gelinen aşamada TMK kullanılarak ayırımcı ve ötekileştirici bir infaz rejimi oluşturulmuş durumdadır. Hapishanelerde siyasi mahpusların infazı tecrit koşullarında yapılarak tüm mahpuslar bakımından zorla ayakta sayım, kelepçeli muayene, çıplak arama dayatması, kamera ile yaşam alanlarının izlenmesi, zorunlu sevk ve sürgün, yakınlarından uzakta bir hapishanede tutulma, iletişim ve haberleşme kısıtlamaları ve yasaklamaları, itiraz ve hak arama süreçlerinde işkence ve kötü muamele uygulamalarına varan davranışlarla karşılaşma halini yaşamaktadır. İmralı Hapishanesindeki katı tecrit ise halen sürdürülmektedir. Öyle ki, adil yargılama için açlık grevi yapan Avukatlardan Ebru Timtik yaşamını yitirmiş, Aytaç Ünsal ise uzun süre tedavi olacak şekilde vücudunda kalıcı hasarlar kalmışır. Adil yargılama ile ilgili talepleri ise maalesef karşılanmamıştır. Hapishanelerdeki ağır hasta mahpusların sayısı giderek artmış ve tespit edebildiğimiz kadarı ile 650’yi geçmiştir. Ağır hasta mahpuslara yönelik çürütme politikası onların ölümüne sebep olmakta, siyasi iktidar bu durumu ağır insan hakkı ihlali olarak görmemektedir. En son Aysel Tuğluk şahsında Adli Tıp Kurumunun ayırımcı raporu göstermiştir ki, hasta mahpusların durumu sürekli olarak gündemimizde kalmalıdır.

Siyasi iktidar, darbe girişiminin bastırılmasına rağmen ilan ettiği OHAL’i 2 yıl uygulamış ardından 7145 sayılı yasa ile 31 Temmuz 2018 tarihinden itibaren OHAL’i adeta 3+1 yıllığına uzatmıştır. OHAL sürecinde KHK’larla işinden ihraç edilenlerin yaşadığı çalışma hakkı, sağlık hakkı, seyahat hakkı vb. ile ilgili sorunlar devam etmektedir. OHAL işlemlerini incelemek üzere kurulan komisyonun ihlalleri gidermede etkili olmadığı, bu komisyon kararlarına karşı açılan davaları görmek üzere kurulan Ankara İdare Mahkemelerinin etkili olmadığı anlaşılmıştır. OHAL’in etkilerinin silinmesi için başta OHAL İhraçları olmak üzere tüm haksız ve hukuksuz uygulamaların geri alınması ve mevzuatın gözden geçirilerek normalleşmeye geçilmelidir. Unutulmamalıdır ki OHAL zamanında zarar gören sadece ve sadece temel hak ve özgürlükler ile bu özgürlükleri kullanan kişilerdir. Ancak buna rağmen, siyasi iktidar 7145 sayılı yasayı önce 3 yıllığına uzatacak kanun teklifini tüm itirazlara rağmen TBMM komisyonlarında kabul ettirmiş ve genel kurulda 1 yıl olarak uzatmıştır. Siyasi iktidar kalıcılaşmış OHAL rejimi ile Türkiye’yi yönetmektedir.

OHAL KHK’ları ile işinden edilen yüzbinlerce insana dayatılan “medeni ölümü” asla kabul etmediğimizi ve KHK’lılarla birlikte bu zalimane uygulamaya karşı mücadelemizin süreceğini belirtmek isterim.

OHAL sonrası dönemde örgütlenme, toplantı ve gösteri haklarına ilişkin yasaklamalar ve bu haklarını kullanmak isteyenlere yönelik ihlallerde maalesef artış devam etmektedir. Bu ihlaller en son baro başkanlarının Ankara ve diğer kentlerde çoklu baro yasasını protesto etmesinde, işini geri isteyen kamu emekçilerinin eylemlerinde, başta maden işçileri olmak işinden edilen işçilerin hak arama eylemlerinde, kadın aktivistlerin protesto etkinliklerinde, HDP’nin düzenlediği demokrasi yürüyüşlerinde, Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve akademisyenlerinin gösterilerinde daha belirgin olarak görülmüştür. Ayrıca, LGBTİ+ bireylerin örgütlenme ve gösteri hakkına yönelik baskı politikaları ve uygulamaları da iktidar zihniyetinin yansıması olarak devam etmektedir.

Covid-19 salgını dünyada ve Türkiye’de insan hakları ihlallerinin artmasına sebep olmuş, çatışan haklar bahane edilerek temel hakların sınırlandırılmasında otoriter yönetimlere fırsatlar vermiştir. İnsan hakları savunucuları olarak ekonomik ve sosyal haklar başta olmak üzere, ekolojik çevrede yaşama hakkının yaşama hakkı kadar önemli olduğu bilinci ile savunuculuk yapılması gerektiğini ortaya koymuştur.

Küresel iklim krizininin sebep olduğu ekolojik yıkıma ek olarak, Türkiye’deki plansız kentleşme, doğal çevrenin maden sahalarına açılması, HES ve baraj yapımı, insan eliyle gerçekleştirildiği izlenimi veren orman yangınları nedeniyle doğanın tahrip edilmesine devam edilmektedir. İHD olarak, doğanın korunmasının temel bir insan hakkı olduğunu bir kez daha belirtmek isteriz.

Türkiye’de insan hakları bilinci ve kültürünün gelişmesine oldukça önemli katkıları olan İHD’nin ve insan hakları savunucularının insan haklarını savunma hakkı kabul edilmelidir. İnsan hakları savunucuları üzerindeki yargı yolu ile baskı politikasına son verilmelidir. İçişleri bakanlığının dernekler üzerindeki faaliyet denetimine son verilmeli, dernekler kanunu değişikliği ile kişilerin fişlenmesi yönündeki askeri darbe dönemi uygulamalarından vazgeçilmeli, terörün finansmanını önlenmesi adı altında dernek ve vakıfların faaliyetlerinin kısıtlanıp tam denetim altına alınması ve kolayca kayyım atanması uygulamalarına son verilmelidir. Bu uygulamalar siyasi iktidarın sivil toplumu tamamen denetim altına alma niyetini ortaya koymuştur. İçişleri bakanının İHD’yi TBMM kürsüsünden hedef göstermesi ve ardından eş genel başkan olarak şahsımın gözaltına alınması karşısında ulusal ve uluslararası tepkiler insan hakları hareketinin güçlü dayanışmasını da göstermiştir. Ancak unutulmamalı ki, insan hakları savunucuları üzerindeki yargı baskısı giderek artmaktadır. Halkın haklarını savundukları için tutuklu olan avukatlar şahsında Selçuk Kozağaçlı ve diğer hak savunucuları unutulmamalıdır. Son bir ay içinde çok sayıda İHD yöneticisine verilen hapis cezaları durumun vahametini ortaya koymaktadır.

İHD tarihinde Covid-19 pandemisi nedeniyle ilk defa üç yıllık dönemini tamamlayan MYK’mız, bu dönemde çalışmalarımıza katılan ve destek olan şube yönetimlerine, temsilciliklerine, Genel Merkez ve şube çalışanlarına ve elbette ki tüm insan hakları aktivistlerine emeklerinden dolayı teşekkür etmektedir. Özel olarak çalışmalarımda bana sürekli destek olan sevgili eşime ve aileme, danışmanlığını yaptığım sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası yönetimi ve çalışanlarına teşekkür ederim.

Geçmişten Geleceğe İnsan Hakları, Demokrasi ve Barış Mücadelemiz 35 yıldır Israrla, İnatla ve Umutla Devam Ediyor, Edecektir.

 

Sevgiyle kalın!

 

Öztürk Türkdoğan

İHD Eş Genel Başkanı