28.02.2014
“BİZİ MAHKÛM EDENLERDEN DAHA GENİŞ BİR İNSANLIK KAVRAMININ PARÇASI OLDUĞUMUZU BİLMEK BİLGİ BİZE GÜÇ VE SEBAT VERİYORDU.” NELSON MANDELA
İnsanları taş duvarlar, demir parmaklıklar arasında terbiye etmeyi, onların düşüncelerini önlemeyi düşünen anlayış mutlaka bir gün tükenecektir.
Türkiye’de hapsetme oldukça yaygın kullanılan bir “ceza infaz” yöntemi haline gelmiştir.
Adalet Bakanlığı, açıklamalarına göre cezaevlerinin kapasitesini artıracak çalışmalarına devam etmektedir. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, şu an cezaevlerinde bulunan mahpus sayısı 145 bin 615. Bunların 118 bin 52’si hükümlü, 27 bin 563’ü ise tutukludur. 2013’te 10 adet yeni ceza infaz kurumu ile 6 adet ek bina ve ek açık ceza infaz kurumlarıyla 8 bin 765 kişilik kapasite artışı gerçekleştirilecek bu yıl açacağı yeni cezaevleriyle önce 16 bin 748 kişilik, ardından da 15 bin 210 kişilik kapasite artırımına gidilecektir.
İHD hapishanelerin varlığına, zorla kapatılma biçimindeki şiddet uygulamasına karşıdır ve bu kurumların infaz mekânları olarak ömrünü tamamladığı düşüncesindedir. İnsan doğasına aykırı olan bu mekânların artık infaz hukukunda yeri olmamalıdır. Ancak ne yazık ki hapishaneler vardır ve bir şiddet mekanizması biçiminde örgütlenmiş olan devletin şiddeti en üst düzeyde yaşattığı alanlardan biri olarak varlığını sürdürmektedir.
Cezaevlerinin fiziki yapısı, infaz koşullarının yarattığı olumsuzluklar, özellikle tecrit uygulamasının fiziki ve psikolojik etkileri de herkes tarafından bilinmektedir. Mahpuslar beslenme, hijyen, sağlığa ulaşım hakkı gibi en temel haklarından, insani yaşam standartlarından yoksun biçimde yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Bunun yanı sıra uzun süreli hapis cezalarının ve tecriti had safhaya vardıran hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı kuralların, disiplin cezalarının mahpusların sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri de gözler önündedir.
Bütün dünyada özgürlükten alıkoyma anlamındaki hapis cezalarının şekli ve uygulanmasına ilişkin olarak güvenceler geliştirilmektedir. Hapis cezası, devletin toplumda güvenliği sağlamak için sahip olduğu güvenlik tekelinin bir sonucudur. Birleşmiş Milletler tarafından 1976’da yürürlüğe konulan ve 15 Ağustos 2000 tarihinde Türkiye’nin imzaladığı, Kişi Özgürlükleri ve Siyasal Haklar Uluslararası Paktı’nın 10. maddesine göre, “Özgürlüğünden yoksun bırakılmış olan herkes, insanca ve insan kişiliğine içkin onuruna saygı gösterilerek işlem görür.” denmektedir. Yine1987’de kabul edilmiş olan “Avrupa Cezalandırma Kuralları”, tutuklunun koşulları, insan onuruna saygıyı sağlamalıdır ve tutukluluk tarafsız bir biçimde ayrım yapılmaksızın uygulanmalıdır; demektedir.
Görüldüğü gibi çağımızda, “onur ve eşitlik” öne çıkarılmakla kalmamakta, hukuku ve güvenliği sağlamakla görevli olan devletin, bu sorumluluğunu yerine getirirken gözetmesi gereken haklar, temel ve vazgeçilemez kişisel özgürlükler alanı çok detaylı bir şekilde çizilmektedir.
Hapishanelerde yaşanan ve sürekli devam eden hak ihlalleri nedeniyle Açlık Grevleri veya ölüm orucu eylemleri mahpuslar açısından sürekli başvurulan bir yol olmuştur. İnsan bedenini direk tehdit eden bu eylem biçimi mahpusların seslerini duyurma aracı olmuş geçmiş dönemlerde yüzlerce genç insan WKS sendromu nedeniyle geri dönüşümsüz bir şekilde hastalanmış akıl, ruh sağlığı ve bedensel yetilerini kaybetmiştir. Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde 24 Şubat 2014 tarihinde 20 siyasi tutuklu, açlık grevine başladı.
Cezaevinde yaşanan hak ihlallerine karşı yapılan açlık grevinin, süresiz-dönüşümsüz olduğu öğrenildi. 20 tutuklunun başlattığı açlık grevine 155 tutuklu da destek veriyor. Aileleri aracılığıyla yaşadıkları sorunları aktaran tutuklular, cezaevinde çıplak arama dayatıldığını, ani baskınlar yapılıp, zorla koğuş değiştirildiğini ve rutin koğuş değiştirme taleplerinin yerine getirilmediğini kaydetti. Ayrıca odalarda bulunan bütün materyallere de cezaevi idaresi tarafından el konulduğunu belirten tutuklular, dışarıya gönderilmek istenen dilekçe, kitap, mektup gibi şeylerin ise geri gönderildiğini, hatta kimi zaman gönderilmeyip el konulduğunu anlattı. Bölge cezaevlerinden Tekirdağ’a sürgün gönderilen tutukluların yanlarında getirdikleri eşyaların üzerinden 3 ay geçmesine rağmen henüz verilmediğini de belirten tutuklular, gelen arkadaşlarına eşya vermek isteyen tutuklulara cezaevi idaresi tarafından idareye eşyalar hibe edilmeden verilmeyeceğinin söylendiğini belirtiler
Tutuklular, cezaevi idaresi tarafından haklarında açılan davalara ilişkin İnfaz Savcılığı’na Kürtçe savunma vermek istediklerinde, cezaevi idaresi tarafından tehdit edildiklerini belirtti ve idarenin kendilerini Kürtçe savunma hakkından vazgeçirmeye çalıştığının bildirdiler.
Derneğimize 2013 yılında işkence ve kötü muamele gördükleri nedeniyle başvuran mahpus sayısı 843 dür.
Bir mahpusun dış dünyayla ilişkisi ne kadar kesilirse, işkence ve kötü muamele riski de o kadar artar. Avukata danışma hakkı, bu tür durumların önlenmesinde önemli bir araç ve hukuki usullere uygun davranılması şartı için bir güvencedir.
Cezaevleri işkence ve onur kırıcı muamele iddiaları sürekli devam etmektedir. Psikolojik boyutu ağır basan işkenceler yanı sıra ilk dönemlerde sürekli sürdürülen giderek daha uzun aralıklar ve yaygın bir keyfiyete dönüşen çıplak aramalar, hoş geldin dayakları sayım nizamı, hazır ol duruşu, ayakta sayım istemine karşı uymayan mahpusların tekme tokat dövülmesi şikâyetleri sürmekte, hücrelere girip dayak atma, bağırıp çağırma, küfür etme devam etmektedir. Özellikle çocuk mahpuslara dönük baskılar 2013 yılında daha fazla yoğunlaşmıştır ve her gün devam etmektedir.
Son dönemde cezaevlerinde gerçekleştirilen saldırılara Bolu T tipi cezaevindeki saldırı ve işkence vakası yeni bir halka eklenmiştir. Mahpuslar Hasta mahpus Yılmaz Arslan’ın hastalığının artması ve buna karşılık doktora götürülmemesine karşılık, Yılmaz’ın koğuş arkadaşları Yılmaz’ın hasta durumuna dikkat çekmek için protesto amaçlı koğuşun kapısına 2-3 dakika vurmak suretiyle eylem gerçekleştirmişlerdir. Bu süre zarfında ne olduğunu anlamadıkları şekilde, cezaevinde A TAKIMI olarak adlandırılan ‘’ROBOKOP GİYSİLİ’’ infaz koruma memurları koğuşa dolmuş ve koğuşta bulunan mahpusları darp etmişlerdir. “A Takımı’’ diye adlandırılan infaz memurları tarafından mahpuslar yüz üstü yere yatırılmış; kafalarına, sırtlarına, karın boşluklarına, kollarına ayakları ile basmak-vurmak suretiyle yoğun darpa maruz bırakılmışlardır Mahpuslardan İsmail KAYA, Bilal ALANTAR, Resul DİRİL, Nurettin KARADAŞ güvenlik odasına; Felemez TEKEL, Yılmaz ARSLAN, Nihat DEMİRBİLEKLİ, Abdurrahman KARABULUT, Çerkez BİRGİN ise süngerli odaya götürülmüştür. Ahmet isimli bir mahpus ise tek bir odaya konulmuştur.
Bu odalarda mahpusların ayakları ve elleri arkadan kelepçelenmiş ardından infaz memurları, mahpusların kafa ve sırt kısımları hedef alınarak ayakları ile mahpusları darp etmişlerdir. İnfaz koruma memurlarınca işkence ve kötü muamele yaklaşık yirmi dakika boyunca aralıksız devam etmiştir. Güvenlik odası diye tabir edilen odada kamera olmaması nedeniyle infaz koruma memurlarının bu odada mahpuslara müdahalesi daha şiddetli olmuştur.
Mahpus Yakınları ve Avukatlar İçinde Kötü Muamele devam etmektedir.
Ziyaretçilere Kayıt esnasında onur kırıcı şekilde davranılmaktadır. Hakaret edilmekte, gözaltı tehditlerine maruz kalmaktadırlar. Ziyaretçilerin kayıt işlemleri sırasında alınan bilgileri Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesine verilmektedir. Bayan ziyaretçiler dâhil olmak üzere hem askerler hem de gardiyanlar tarafından arama yapılmaktadır. İç çamaşırlarına kadar bakılmakta bazen giysileri soyulmaktadır. Duyarlı kapıdan geçerken metale karşı duyarlı cihaz en ince ayara alınmış durumdadır. Öyle ki kemer-ayakkabı bir yana, iç çamaşırlarındaki teller, saç tokaları dahi alarm verebilmekte avukatlar üzerlerindeki metal eşyaları hatta sutyenlerini dahi çıkarmaya zorlanmakta ve defalarca bu kapıdan geçmek zorunda kalmaktadır. Ayrıca ayakkabılar duyarlı kapıdan geçmeden önce çıkarılmakta X-R cihazından geçirilmekte ve duyarlı kapıdan terlikle geçilebilmektedir. Duyarlı kapıyı geçebilme başarısını gösterenler için elle üst araması aşaması başlamakladır. Avukatlar X-R cihazından geçilmesine rağmen onur kırıcı, aşağılayıcı taciz boyutuna varan elle aramalara tabi tutulmaktadır. Elle arama sırasında ayakkabı çıkartılması ve aranması istenmektedir.
Kişiyi özgürlüğünden yoksun bırakan yetkililerin, aynı zamanda temel hakların korunması ve insan onuru ile bağdaşmayacak muamelede bulunulmamasına ilişkin temel bir yükümlülükleri bulunmaktadır.
Bu temel yükümlülük, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 10. maddesinde açık bir şekilde düzenlenmiştir: “Özgürlüğünden yoksun bırakılmış kişiler insani muamele ve insanın doğuştan kazandığı insan onuruna saygılı davranış görme hakkına sahiptir.”
Yine BM Mahpusların Islahı İçin Temel Prensiplerin 1. maddesi; “Bütün mahpuslara doğuştan sahip oldukları insanlık onurunun ve değerin gerektirdiği saygıyla muamele yapılır.” demektedir.
SEVK (SÜRGÜN)2013 yılında derneğimize başvuran mahpus sayısı 1522 dir.
Son yıllarda cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri raporları incelendiğinde en yoğun hak ihlali yaşanan başlıklarından birisinin de zorunlu sevkler yani sürgünler olduğu görülür. Kenan Evrenin asmayalım da, besleyelim mi anlayışı bu dönemde asmayalım süründürelim anlayışına denk düşmektedir.
Bingöl cezaevinden gerçekleşen firar olayından sonra daha da yoğunlaşan adeta Kürt mahpuslardan intikam alma girişimde bulunan yetkililer, mahpuslara karşı tecridin daha da derinleşmesini planlamakta, mahpusun onurunu çiğneyerek iradesini teslim almak istemektedir.
Bulundukları cezaevinden sevk edilen mahpusların büyük çoğunluğunun aileleri o bölgede oturmakta olup en yakın mesafe 1648 km dir. Ekonomik durum bakımından aileler için ciddi sorunlar yaşanacağı ve aile ile iletişim tamamen engellendiği gözlemlerimiz arasındadır.
Oysaki Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi 2 No’lu Genel Raporunda belirttiği görüşünü 2005 yılı Aralık ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret üzerine 2006 yılında yayınladığı raporunda da yinelemiştir. Raporun 22. paragrafında ele aldığı üzere:
“Aile bağlarının kopmaması için özel çaba gösterilmelidir. Bu bağlamda:
Mahpuslar, mümkün olduğu ölçüde ailelerinin ya da yakın akrabalarının bulunduğu yerlerin yakınında bulunan cezaevlerine yerleştirmelidir. Denilmektedir.
Sevklerin gerçekleştiği cezaevi idareleri Hükümlü ve tutuklu nakillerinin çoğu zaman yetersiz kapasiteden kaynaklandığı ifade edilmektedir. Bölgede kampüs cezaevlerinin de yapılıyor olması sürgünleri hukuki meşruiyetten uzak kılmaktadır. Zira Diyarbakır kampüs cezaevi inşaatının 2014 Nisanında biteceği kararlaştırılmıştır.
Nakillerdeki bir diğer önemli mesele hasta mahpusların naklidir. Yolculuk yapması sakıncalı olan ağır hasta mahpuslar bile nakledilmişlerdir. Yine infaz kanunu 58/2 de nakil sırasında mahpuslara onur kırıcı şekilde yaklaşılmaması ve yolculuğun eziyete çevrilmemesi gerektiği hükmü yer almaktadır. Ancak mahpuslardan gelen şikâyetler personelin bu hükme uymayarak keyfi uygulamalar yaptıkları yönündedir. Mahpuslar taciz hakaret ve tehditlere maruz bırakılmıştır. Oysa CPT’nın 11. Genel raporundan alınan bu pasajda ilişkilerin nasıl olması gerektiği özetlenmiştir. “ İnsani bir cezaevi sisteminin temel taşı, mahpuslarla ilişkilerinde doğru yaklaşımın ne olması gerektiğini bilen, işini sadece bir görev değil meslek olarak gören, iyi seçilmiş ve eğitilmiş cezaevi personeli olmuştur. Mahpuslarla olumlu ilişkiler kurmak, bu mesleğin temel özelliği olarak görülmelidir”.
Daha önce de davası sonuçlanmamış tutukluların da sevk edilenler arasında olduğuna değinmiştik. Bu durumda avukata erişim sorunsalı ile karşılaşılmaktadır. Avukatların Görevleri Hakkındaki BM Temel İlkeleri de avukatla görüşmek için yeterli zamana sahip olma ve gizli görüşme hakkını tekrar etmektedir. 8. ve 22. ilkelerde şöyle denilmektedir:
“Tutuklanan, alıkonulan veya hapse atılan herkese, avukat tarafından ziyaret edilmek, kendisiyle iletişim kurmak ve kendisine danışmak için yeterli fırsatlar, zaman ve tesisler gecikmeden, dinlenmeden veya sansüre uğramadan sağlanmalıdır. Bu tür müzakereler, kolluk kuvvetlerinin görüş mesafesinde olabilir ancak işitme mesafesinde olmamalıdır”. “Hükümetler, avukatlar ile müvekkilleri arasında, profesyonel ilişkileri gereği gerçekleşen tüm görüşmelerin ve müzakerelerin gizli olduğunu kabul etmeli ve buna saygı duymalıdır”.
Cezaevinde Çocuk Mahpuslar
Ülkemiz cezaevlerinde yukarıda bahsettiğimiz sorunlarla baş etmeye çalışan yetişkin mahpusların durumu ortada iken çocuk mahpusların durumu ise daha vahimdir. Devletin “koruyorum” demek için çıkardığı kanunla kendilerine “suça sürüklenen çocuk” dediği, duruşma zabıtlarında isimlerinin başına “D.E.Y” eklenerek koruyormuş gibi yaptığı çocukların durumunu sizlerle paylaşacağız.
Devletin alıkoyma yetkisine dayanarak, cezaevi ya da herhangi bir tutulma yerine koyduğu bireylere karşı bakım, gözetim ve koruma sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk aynı zamanda bir zorunluluğu ifade eder. Çocuklar söz konusu olduğunda ise yukarıda belirtilen basit sorumluluk çok daha detaylı ve çok daha hassas boyutlar kazanmaktadır. Devletin aileden ayırarak, yetiştikleri, yaşadıkları yerlerden binlerce kilometre uzakta alıkoyduğu çocukları ulusal ve uluslararası mevzuat ve kurallar çerçevesinde koruması ve kollaması, devlet görevlileri bakımından yasal bir zorunluluktur.
Oysa cezaevlerinde her gün, her an çocuk mahpuslara işkence yapılmakta ve insan onuruyla bağdaşmayan uygulamalarla, çocuk olmalarından kaynaklanan tüm hakları ihlal edilmektedir. Yakın tarihte başta Pozantı, Şakran, Kürkçüler, Antalya ve en son olarak Sincan Çocuk Ceza İnfaz Kurumları’nda kalan çocukların işkence, kötü muamele ve diğer onur kırıcı muamelelere maruz kalmalarını insanlık adına utançla ve büyük bir kaygıyla takip ediyor ve çocuklara yapılan ihlallerin sona erdirilmesi için yetkilileri göreve çağırıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, cezaevlerinde bulunan çocuklara karşı kamuoyuna yansıyan onur kırıcı muameleleri nedeniyle uluslararası sözleşmeleri ihlal ettiği açıktır.
Devletin Pozantı cezaevinde meydana gelmiş ve ortaya çıkmış utanç tablosu karşısında bulduğu yegâne çözüm olan; çocukları Türkiye’nin dört bir yanına dağıtma kararı sorunları çözmediği gibi yenilerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Anne babalarından binlerce kilometre uzakta cezaevlerine kapatılan çocuklar aylarca aileleri ya da dışarıdan herhangi bir insanla görüşememektedirler. Dış dünya ile hiçbir bağlantı kuramamanın getirdiği sorunların yanında bir de yaşamları üzerine kararları cezaevi idaresinin elinde bir çaresizlik içine girmektedirler.
ÖZGÜRLÜĞÜNDEN YOKSUN BIRAKILMIŞ ÇOCUKLARIN KORUNMASINA İLİŞKİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER KURALLARI (HAVANA KURALLARI)
Tüm dünyada özgürlüklerinden yoksun bırakılan çocukların durum ve koşullarından duyduğu endişeyle, Özgürlüklerinden yoksun bırakılan çocukların istismara, zararlı davranışlara ve haklarının ihlâline son derece açık olduklarının bilinciyle, 1. Bir çocuğun belirli bir kuruma yerleştirilmesinin her durumda en son ve en kısa süre için başvurulacak bir yöntem olması gerektiğini teyit eder. 2. Özgürlüğünden yoksun bırakılan çocukların, güçsüz ve savunmasız durumları nedeniyle özel bakıma ve korumaya gereksinimleri olduğunu, haklarının ve esenliklerinin özgürlüklerinden yoksun bırakıldıkları süre içinde ve sonrasında güvence altına alınması gerektiğini kabul eder.
Suça sürüklenen çocukların toplumsallaşmalarının alternatif tedbirlere gidilerek yine toplum içinde ve toplumla birlikte yapılması gerektiği uluslararası hukukun ve modern aklın gereğidir. Ülkemiz cezaevlerinde bulunan çocuk sayısı göz önüne alındığında alternatif tedbirlerle çocuk cezaevlerini gereksiz kılacak bir yapılanma çocuklar yararına oluşturulabilir.
Çocuklara açıkça zarar veren ve uluslararası sözleşmelerinin ihlali sonucu yaratan bu yapının kesinlikle ortadan kaldırılması ve çocuk cezaevlerinin kapatılması; alternatif olabilecek modellerin geliştirilmesi ve alt yapısının, kurum ve kuruluşlarının acilen oluşturulması zorunludur. Çocuk tutukluluğuna son verilerek çocuk cezaevleri kapatılana kadar sivil toplum kuruluşlarına cezaevlerinin kapılarının açılmalıdır.
Cezaevlerinde Sağlık Sorunları
İHD cezaevlerinde sağlık sorunlarını takip ederken gözlemlediği en ciddi sorunun uzun mahpuslukların insan bedeninde ciddi hasarlara yol açtığıdır.8 yıllık hasta çizelgemizde rutin tedavilerinin yapılmadığı nedeniyle başvuran mahpusların şu anda listemizde yaşamsal hastalıklara yakalandıkları listeleri incelendiğinde görülecektir.3-4 Kasımda açıkladığımız listedeki iki mahpus Şemsettin Kargılı ve Adnan yalçın bugün açıklayacağımız listede kanser hastalığının ilerlemiş aşamaları ile mücadele etmektedir.
Bunlar incelendiğinde varmış olduğumuz kanı şöyledir. Öncelikle mahpusların düzenli ve yeterli tedavi, teşhis, kontrol imkânlarına ulaşmasının güç olması bir yana doktora erişim imkanları dahi yoktur. Mahpus sayısının yüzlerce olduğu hatta ikibini bulan hapishanelerde dahi sürekli doktor bulunmamaktadır.. Çalışan doktorların uzman olmayışı bir yana hapishanelere “aile hekimliği” uygulaması getirildiğinden bu yana doktorlar haftada 2 ya da 3 sefer yarımşar gün cezaevlerinde bulunuyorlar ve bu kısıtlı süre içinde hastalıkların teşhis ve tedavisi mümkün olamamaktadır.. Durumları ağır olan ve hapishane revirinde tedavi olanağı olmayan mahpuslar kendilerini uzun süre ilgili sağlık kurumlarına sevk ettiremiyorlar. Sevk kararları çıksa bile bu sefer araç ya da personel eksikliği nedeniyle hastaneye ulaşmak mümkün olamıyor. Hastanelere ulaşılsa jandarmanın müdahalesi, kelepçeli muayenenin dayatılması, hastanelerin zaten yoğun olması ya da kimi zaman hekimlerin tıp etiğine uygun hareket etmemesi nedeniyle teşhis ve tedaviler ya hiçbir şekilde yapılamıyor ya da yetersiz bir muayene ile mahpuslar geri gönderiliyorlar. Kalp krizi gibi acil müdahaleyi gerektiren durumlarda ise hapishanelerde geceli gündüzlü kalan bir hekimin bulunmayışından ötürü zamanında müdahale edilemediği için hastaneye götürülmesi için gerekli izinler çıkıncaya kadar bu konumdaki hasta mahpuslar genellikle yaşamlarını yitirmiş oluyorlar.
Kanser hastalığı veya felçli konumda bulunan, sürekli tedaviyi gerektiren ağır hastalığı ve sakatlık durumu olan ve bu nedenle de derhal salıverilmesi gereken hasta mahpuslar açısından durum nedir?
Öncelikle bu konuda yargı organlarınca temel alınan 5275 Sayılı Ceza Ve Güvenlik Tedbirleri’nin İnfazı Hakkında Kanun’un eksiklikleri, yanlışlıkları ve uygulamadaki sorunlar üzerinde durmak gerekiyor. 2005 yılında yürürlüğe giren bu İnfaz Yasa’sı mahpusları insan yerine koymayan, otoriteyi ve kuralları dayatan, yaşama hakkını değil güvenlik sorununu öne çıkaran bir anlayışla hazırlanmıştır.
Söz konusu yasanın “Hapis cezasının infazının hastalık nedeni ile ertelenmesi” başlığını taşıyan 16. Maddesinde “Maruz kaldığı ağır bir hastalık veya engellilik nedeniyle ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyen ve toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen mahkûmun cezasının infazı üçüncü fıkrada belirlenen usule göre iyileşinceye kadar geri bırakılabilir.” denilmektedir. Üçüncü fıkrada ise “….. geri bırakma kararı, Adlî Tıp Kurumunca düzenlenen ya da Adalet Bakanlığınca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenip Adlî Tıp Kurumunca onaylanan rapor üzerine, infazın yapıldığı yer Cumhuriyet Başsavcılığınca verilir” hükmü yer almaktadır.
Adli Tıp Kurumu, siyasi iktidarları koruyan bir rol üstlenmektedir. Bu nedenle tarafsız davranamayan, verdiği kararlarda, bilimsel ve objektif kriterlere uygun değerlendirmeler yapmayan Adli Tıp Kurumu’ (ATK) nun halen resmi bilirkişi konumunu sürdürmektedir.. ATK bağımsız değildir, bilimsel değildir. Bu kurum derhal lağvedilmeli ve üniversiteleri temel alan yeni bir yapılanmaya gidilmelidir.
Ayrıca Birleşmiş Milletler resmi belgesi olan ve üye ülkelerce de kabul edilen İstanbul Protokolü gereği tutuklu ve hükümlü konumda da olsa her “hasta”nın kendi doktorunu seçme ve raporlarının bağımsız bilirkişilerce hazırlanmasını isteme hakkı vardır. Üniversite hastaneleri, eğitim araştırma hastaneleri, tam teşekküllü devlet hastaneleri, hasta mahpusların sağlık durumlarıyla ilgili objektif süreçler yürütüp raporlar hazırlayabilir.
5275 Sayılı Yasa’nın 16. Maddesinin 3. Fıkrasında cezanın infazının ertelenmesi için ya ATK tarafından hazırlanan rapor ya da Adalet Bakanlığı’nca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenen raporların ATK’nın onayına sunulması ile ilgili düzenleme mevcuttur. Uygulamada ATK, tam teşekküllü hastanelerin vermiş olduğu raporları onaylamak için sağlık dosyası ve mevcut raporlarıyla yetinmeyip hasta mahpusu da İstanbul’a çağırmaktadır. Bu durum başlı başına bir eziyet halini almakta ve devam eden süreçte de Hakan Gölünç örneğindeki gibi genellikle hastanelerin sağlık kuruları tarafından verilen “cezaevinde kalamaz” biçimindeki raporları ATK onaylamamakta, hasta serbest bırakılmamaktadır.
Nitekim beynindeki tümör ve başkaca hastalıkları sebebiyle 11 kez ameliyat olan, halen Kocaeli Devlet Hastanesi hekimlerinin verdiği rapora göre iyice büyümeye başlayan beyindeki tümörün alınması için ölüm riski taşıyan bir operasyon daha geçirmesi gereken, her iki gözündeki görme kaybı yakında körlük derecesine varacak olan Hakan Gölünç sağlık kurulu raporuna rağmen ölüme terkedilmiştir. Onunla birlikte aynı cezaevinde kalmakta olan kalp hastası Abdullah Kalay ise defalarca kalp kriz geçirmiş olmasına ve kalbinin ancak % 30’unun çalıştığı doktor raporlarıyla ortaya konulmuş olmasına rağmen, yeni bir kalp krizinde ölüm riski çok yüksek olduğu için sağlık kurulu raporunda “cezaevinde kalamaz” denilmesine rağmen ATK raporunda “cezaevinde kalabilir” denildiği için serbest bırakılmamaktadır.
ATK’ nın mevcut yapısından ötürü hapishanede tedavisi mümkün olmayan ya da çok ağır sağlık sorunları bulunan kanser hastaları için dahi tahliye edilmeleri yönünde raporlar düzenlenmiyor. Zira kuruma göre hastaneye kaldırılmakla tedavi için yapılması gerekenler de gerçekleştirilmiş oluyor. Buna rağmen, ATK’nın bütün bu olumsuz yapısına rağmen, durumunu çok ağır bularak “cezanın infazının ertelenmesi” gerektiği yönünde rapor verdiği mahpusları bekleyen diğer bir sorun da 24.1.2013 tarihinde 6411 Sayılı Yasa’yla birlikte 16. Maddede yapılan değişiklikle “toplum güvenliği için tehlikeli olmama” şartının getirilmiş olmasıdır. Yani yasanın aradığı biçimde “Maruz kaldığı ağır bir hastalık veya engellilik nedeniyle ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyen” hasta mahpusların toplum güvenliği için tehlike oluşturup oluşturmayacağı araştırılmakta ve güvenlik gerekçesiyle serbest bırakılmaları engellenmektedir.
Üstelik infaz savcılıkları, ağır hasta konumda olup ATK tarafından serbest bırakılmaları gerektiği yönünde raporları bulunan mahpusların, “toplum güvenliği için tehlike oluşturup oluşturmayacağı” değerlendirmesini infaz dosyasına bakarak kendileri yapmamakta, yetki devrinde bulunarak mahpusları ikinci bir bilirkişi kurumu olarak ilgili il Jandarma Komutanlığı’na veya Terörle Mücadele Şubesi’ne sormakta ve Ramazan Özalp olayında olduğu gibi, beyninde tümör bulunan, sol tarafı felçli, yatalak konumdaki bir hastanın “Şahsın bizzat kendisinin toplum güvenliği açısından bir tehlike teşkil etmediği ancak, serbest bırakılması halinde bunun örgüt tarafından propaganda aracı olarak kullanılabileceği ve infazın ertelenmesi halinde farklı siyasi görüşlere sahip vatandaşlar veya vatandaşlar ile güvenlik güçleri arasında gerginlik ve çatışmalara yol açabileceği” hususu dikkate alınarak, talebin reddine karar verildi.” denilmektedir. Yani bu kadar ağır konumdaki hasta bir mahpusun özgürlüğüne kavuşması, İstanbul Terörle Mücadele Şubesi ile İdil Jandarma Karakolu arasında yapılan yazışmalara ve hazırlanan raporlara dayanılarak, engellenmektedir. Hekimin ‘Hayati tehlikesi var’ dediği birine cezaevinde kalsın demek aslında idam cezası uygulamak demektir.
Yine çok yakın bir tarihte 58 yaşında, 17 yıldır cezaevinde tutulan, felçli, beyin kanaması geçirmiş, konuşamayan, yürüyemeyen, hafızasını kaybetmiş, reflekslerini yitirmiş, tuvaletini altına yapan Salih Tuğrul, hakkında Adli Tıp Kurumu “Cezaevinde kalamaz” raporu düzenlemesine rağmen, Bakırköy İnfaz Savcılığı’nın görüş istediği Mersin Terörle Mücadele Şubesi’nin “Salih Tuğrul isimli şahsın, mahkum olduğu suçun vahim niteliği nedeniyle toplum güvenliği açısından risk oluşturacak bir profil sergilediği, ailesinin Mersin ili Toroslar ilçesinde, PKK/KCK terör örgütüne müzahir olan kitlenin yoğun olarak bulunduğu, terör örgütü adına sık sık eylemlerin gerçekleştirildiği bir mahallede ikamet ettikleri, kendilerinin de PKK/KCK terör örgütüne müzahir aile yapısına sahip oldukları, kendilerinin işledikleri suçlar vasıtasıyla emniyet görevlileri tarafından bilinen şahıslardan oldukları, uygun ortam oluşması halinde terör örgütü adına eylem ve faaliyetlerde bulunabilecekleri, şahısların UYAP sorgulamasında bölücü terör örgütü PKK/KCK adına işlenmiş suçlardan kayıtlarının var olduğu…” biçimindeki daha önceki tarihlere ait fişlemeler ve olasılıklar dahilindeki raporları dikkate alınarak engellenmektedir.
Yani hasta hükümlünün kendisi bir tehlike oluşturmasa da örgüt tarafından propaganda malzemesi olabileceği veya ailesinin örgüte yakın olduğu, örgüt adına eylem ve faaliyetlerde bulunabilecekleri gibi olasılıklar sıralanarak hasta mahpuslar cezaevinde ölüme terk edilmektedirler. Buradaki sorun kesinlikle güvenlik kaygısı veya özgürlük-güvenlik ikilemiyle açıklanamaz. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış mahpusların yaşam hakkının polisiye bir sorunmuş gibi ele alınarak tedavilerinin engellenmesi, bilinçli bir şekilde, tasarlayarak adam öldürülmesidir ve ağır bir suçtur.
Salih Tuğrul’un avukatlarının savcılığın infazın ertelenmesinin reddi yönündeki karara karşı yaptıkları itiraz da Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedilmiş ve red kararları da hükümlü olduğu için yasa gereği kısıtlı konumda bulunan, hafızası olmayan Salih Tuğrul’a tebliğ edilerek, diğer hukuki yollar için süre geçirilerek hak kaybı yaratılmak istenmiştir. Buna rağmen avukatların harici yollardan temin ettikleri red kararına karşı Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yaptıkları başvuru halen bekletilmektedir.
Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi Ergenekon davası sanıklarından Fatih Hilmioğlu’nun serbest bırakılması yönünde son derece olumlu bir karar verdi. Ancak burada diğer yargı organları gibi AYM’nin de işledikleri iddia olunan suçlara göre başvuruculara çifte standartlı yaklaştığını görüyoruz. Hüküm özlü konumundaki Hilmioğlu başvurusunda ATK raporu yok, bizce de buna gerek ama şimdiye kadarki prosedürde ve uygulamada 5275 sayılı yasanın 16. maddesini gerekçe göstererek (orada sağlık kurulu raporunun ATK’ca onaylanması veya ATK raporu deniliyor) mutlaka ATK raporu aranıyor, sağlık kurulu raporu kabul edilmiyordu. Hilmioğlu dosyasında başlangıçta rapor olmadığı için AYM bu raporu bekledi ve Çapa Tıp Fakültesi doktorlarınca hazırlanan sağlık kurulu raporu gelir gelmez de bunu yeterli görerek derhal tahliyesi yönünde karar verdi. Üstelik Hilmioğlu’nun toplum güvenliği için tehlike oluşturup oluşturmadığı araştırılmadı…
Salih Tuğrul’un ise AYM’ye başvuru dosyasında ATK raporu var ve bu da yine Hilmioğlu başvurusunda olduğu gibi “tedbir talepli” bir başvuru olmasına rağmen, yani konuyu öncelikle gündeme alıp acilen karar vermeleri gerekirken bu konuda halen bir karar verilebilmiş değil. Salih Tuğrul hala polisin raporu gerekçe gösterilerek hukuksuz biçimde cezaevinde tutulmaya başvuru dilekçesinde ifade edildiği gibi başta yaşama hakkı olmak üzere, işkence görmeme hakkı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı, sonuç alıcı ve etkili iç hukuk yollarını kullanabilme hakkı ve ayrımcı muamele görmeme hakkı ihlal edilmektedir.
İnfaz ertelenmesi sürecinde yaşanan bir diğer sorun, bu konudaki ATK raporlarının ve kolluktan gelecek raporların hazırlanma sürecinin hayli uzun sürmesi ve bu süre zarfında durumu ağır olan, bir gün dahi cezaevinde tutulmaması gereken mahpusların yine ölüme terk edilmesidir. Adalet Bakanlığı verilerine göre 2002-2013 yılları arasında hapishanelerde hayatını kaybedenlerin sayısı 1989. Türkiye hapishanelerinde haftada 5 kişi yaşamını kaybediyor. Bu ölüm oranı toplumdaki ölüm oranının yaklaşık 4 katı. Yani hapishaneler normal yaşama göre 4 misli daha fazla ölüm riski yaratıyor. Yine Bakanlığın verilerine göre yalnızca 2013 yılında 14 mahpus adli tıp kurumundan rapor beklerken hayatını kaybetti.
Halen Metris R Tipi Cezaevi’nde tutulan Hasan Kaçar’a ATK, 6 Ocak 2014 tarihli raporunda “cezaevinde kalamaz, cezasının infazının 6 ay süreyle ertelenmesi uygundur” raporunu verdi. Ancak Hasan Kaçar bir buçuk aydan fazla bir zamandır ATK’nın bu raporunda yazmayı unuttuğu ve yasada şart olarak öngörülen “tek başına yaşamını idame ettiremeyeceği” cümlesini eklemesini beklemektedir. Nitekim Bakırköy C. Savcılığı’nın talebi üzerine yeniden ATK’ya gönderilen dosyaya ilişkin olarak ATK tarafından verilen 10 Ocak 2014 tarihli ikinci raporda da “cezaevinde kalamaz, cezasının infazının 6 ay süreyle ertelenmesi uygundur” denilmiş olduğu, ancak “tek başına yaşamını idame ettiremeyeceği” cümlesi yine unutulduğu için dosya üçüncü kez savcılık tarafından ATK’ya gönderilmiş ve halen burada bekletilmekte ve bu arada durumu iyice ağırlaşan Hasan Kaçar da ölüme terk edilmektedir. 10 yılı aşkın bir zamandır hapishanede tutulan ve Ankilozan spondilit adı verilen hastalığa yakalanan; kemiklerdeki iltihaplanma ve iç içe geçme durumu nedeniyle hareket edemez halde yürüyemeyen, ellerini çok az hareket ettirebilen, boynunu çeviremeyen, kaburgaları iç organlarına baskı yaptığı için sürekli ağrı kesici ilaçlar kullanmak zorunda kalan, halen kullandığı ilaçlar her ne kadar ağrılarını geçici olarak dindirmekteyse de kan kanserine yol açma riski bulunan, en son bağırsaklardaki krohn hastalığı nedeniyle bir ay boyunca Cerrahpaşa Hastanesi’nde yatmak zorunda kalan, her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşan Hasan Kaçar, Metris’e getirildiği Haziran ayından bu yana aylarca süren rapor eziyetinden sonra bir buçuk aydan fazla bir zamandır da raporundaki eksikliklerin tamamlanmasını beklemektedir ki “cezaevinde kalamaz” raporu olan hastayı hapishanede bu şekilde bekletmek de suçtur. 25.02.2014 günüde toplum güvenliği için tehlike oluşturduğu gerekçesiyle savcılık red kararı vermiştir.
Yine bir diğer sorun da İnfaz Yasası’ndaki düzenlemenin başlığının “Hapis cezasının infazının hastalık nedeni ile ertelenmesi” biçiminde olması ve yargı organlarınca tutuklular değil, yalnızca hükümlüler için infaz ertelemesi öngörülmüş gibi algılanmasına yol açtığından uygulamada ciddi sorunlara neden olmasıdır. Oysa ki, yargılaması tamamlanıp Yargıtay onayıyla birlikte suçluluğu kesinleşmiş ve cezasının infazına geçilmiş biri için uygulanan düzenleme, henüz yargılaması devam eden, ‘masumiyet karinesi’ gereği suçluluğu kesinleşinceye kadar masum sayılması gereken bir kişi hakkında öncelikle uygulanmalıdır. Ayrıca 5275 Sayılı Yasa’nın 116/1. Maddesinde “Bu Kanunun; hapis cezasının infazının hastalık nedeni ile ertelenmesi tutuklular hakkında da uygulanabilir” hükmü yer almaktadır. Ayrıca 20 Mart 2006 tarihli 2006/10218 Sayılı Yönetmeliğin 54. Ve 186. Maddelerinde infaz ertelemesine ilişkin 16. Maddede düzenlenen hükümlerin tutukluluk haliyle uzlaşır nitelikte olanlarının tutuklular hakkında da uygulanacağı ifade edilmiştir. Zaten aksi olması mümkün değildir ve ceza yargılama hukuku da infaz hukuku da insan hakları hukuku da bunu gerektirir.
Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 05 Mart 2013 tarihinde, Gülay Çetin/ Türkiye kararında “Tutuklu iken yakalandığı kanser sonucu cezaevinde yaşamını yitiren Gülay Çetin’in hükümlülerin ağır hastalık nedeniyle serbest bırakabileceğine ilişkin hükümlerden, tutuklu olduğu için yararlandırılmaması nedeniyle” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) işkence yasağını düzenleyen 3. ve ayrımcılık yasağını düzenleyen ve 14. maddelerini ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye’yi mahkûm etmiştir. AİHM ayrıca hastalığın ileri aşamalarında olmasına rağmen kemoterepi uygulaması için gerekli ortam ve olanaklara kavuşmasını engelleyen, tahliye kararı vermeyen yerel mahkeme ile Yargıtay’ı sorumlu tutarken, Hükümete de tutukluluk koşullarıyla ilgili düzenlemelerde her türlü insani önlemi almaları gerektiği önerisinde bulunmuştur. Ayrıca ATK’nın verdiği raporun ancak bir ay sonra savcının önüne gelmiş olması ve bu süre içinde başvurucunun ölmüş olduğu gerçeğini dikkate alan AİHM, yaşamsal konularda bürokrasinin bu kadar ağır işlemiş olmasını da eleştirmiş ve ATK’nın yeniden yapılandırılarak prosedürlerin basitleştirilmesi gerekliliği noktasında Hükümete uyarılarda bulunmuştur.
Ancak Türkiye’de yargı organları AİHM’in çok yakın bir tarihte vermiş olduğu bu karardan sonra da Anayasa’nın 90. maddesi gereği bir iç hukuk normu haline gelen uluslararası sözleşmelere uymamakta, soruna ne insani ve vicdani açıdan ne de hukuki açıdan bakmaktadırlar. Oysaki genel olarak mahpus hakları ve özel olarak da hasta mahpusların hakları konusunda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi dışında İnsan Hakları Ve Biyotıp Sözleşmesi, Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi ve AB Temel Haklar Şartı’nda hastalar için öngörülen düzenlemeler mevcuttur ve Türkiye’deki mahkemeler buna uymak yükümlülüğündeler.
2006 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nce yeniden düzenlenen Avrupa Cezaevi Kuralları’na göre: Cezaevindeki sağlık hizmetleri genel toplumsal sağlık sistemiyle yakın ilişki içinde örgütlenmelidir ve uyum içinde olmalıdır. Mahpuslar yasal durumları nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulmaksızın ülkedeki sağlık hizmetlerinden yararlanma imkânına sahip olmalıdır. Genel sağlık sisteminde mevcut olan gerekli tüm tıbbi, cerrahi ve psikiyatrik olanaklara ulaşma imkanı mahpuslara sağlanmalıdır… Her cezaevinde en az bir uzman doktorun bulunduğu bir revir bulunmalıdır. Tam gün çalışan bir doktorun bulunmadığı yerlerde yarım zamanlı çalışan bir doktor mahpusları düzenli olarak ziyaret etmelidir….Özel tedaviye ihtiyacı olan hasta mahpuslar cezaevinde bu tedavinin gerçekleştirilemediği hallerde bu amaca özgülenmiş kurumlara ya da sivil hastanelere nakledilmelidir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilen Birleşmiş Milletler Her Hangi Bir Biçimde Tutuklanan Veya Hapsedilen Kişilerin Korunmasına İlişkin Prensipler Bütünü’nün 25. maddesine göre “…. İkinci kez tıbbi muayene yapılması veya tıbbi mütalaa alınması için yargısal veya diğer bir makama talepte bulunma hakkına sahiptir.”
Türkiye hapishanelerinde bırakalım ikinci muayene hakkını ilk muayene ve tedavi imkanı bile güçlükle sağlanabilmekte, çoğu kez büyük engellerle karşılaşılmakta ve tedavi girişimleri sonuçsuz kalmaktadır.
Son olarak, mevcut yasal düzenlemelerde ve uygulamada sorun taşıyan diğer bir konuya, “ağırlaştırılmış müebbet” hapse mahkum edilen mahpusların konumuna değinmek gerekiyor. Bilindiği gibi insani olmayan bir cezalandırma biçimi olarak ölünceye kadar cezaevinde kalacağı öngörülen bu konumdaki mahpusların infaz koşulları da son derece ağırdır ve sağlıklı insanları dahi çok kısa sürede hasta edebilecek ölçüdedir.
5275 Sayılı İnfaz Yasası’nın 25. Maddesinde, şartla salıverilme yasağının dışında ağır hastalık hallerinde de “Hükümlünün cezasının infazına, hiçbir surette ara verilemez.” hükmü yer aldığı için, zaten son derece ağır tecrit koşullarında ve tek kişilik hücrelerde tutulan mahpuslar ağır hastalık durumlarında dahi serbest bırakılmayıp ölüme terk edilmektedirler.
Metris T ve R Tipi Cezaevlerinde kaldıktan sonra koşulları protesto için açlık grevinde bulunan ve Ümraniye Cezaevi’ne sürgün edilen kolları olmayan, kafasında kurşun yarası bulunan Ergin Aktaş, ATK’nın hakkında düzenlemiş olduğu “cezasının infazının ertelenmesi uygundur” şeklindeki raporuna rağmen “ağırlaştırılmış müebbet” hapse mahkum olduğu için yalnızca ve yalnızca bu gerekçeyle Bakırköy infaz savcılığı tarafından serbest bırakılmamıştır.
Yine Sincan F Tipi Cezaevi’nde kalmakta olan Kemal Gomi adlı siyasi mahpus ”Rezidüel Şizofren” yani şizofreninin ileri dönemlerini yaşayan, şizofrenik nöbetler geçiren ve hissiyatın kaybolması, idrak kabiliyetini yitirme konumunda olmasına ve 11 kez ATK’dan serbest bırakılması gerektiği yönünde rapor aldığı halde serbest bırakılmamaktadır. Ağırlaştırılmış müebbete mahkum olan bu hasta mahpus, doktor raporlarına göre kendisine zarar verme riski taşıyor olmasına rağmen tek kişilik hücrede çıldırtma yöntemlerine maruz bırakılmakta, kendisini öldürmeye teşvik edilmektedir.
Halen durumları ağır olan hasta mahpusları zaman zaman hastanelere sevk ederek ama asla bırakmayarak içerde tutmaya devam eden devletin Metris R Tipi Cezaevi veya hastanelerin mahkum koğuşlarında dayattığı kurallar ve olumsuz koşullara da değinmek durumundayız. Türkiye’nin değişik cezaevlerinden İstanbul’a ATK raporu almak için getirilen ağır hasta mahpuslar aylarca süren rapor alma eziyetiyle beraber ring araçlarında, elleri kelepçeli, aç susuz bırakılarak saatlerce bekletilmekte, aylar süren bu gidiş gelişler nedeniyle daha önceki cezaevlerinde rutin biçimde gördükleri kemoterapi, diyaliz uygulaması gibi tedavilerinden mahrum kalmaktadır. Mahpusların büyük çoğunluğu kendi istekleriyle geldikleri hapishanelere geri götürülmüşlerdir.
Durumları ağırlaşıp geçici sürelerle hastaneye yatırılmaları halinde mahpuslar son derecede kötü, ışıksız, havasız, dar, kapalı ortamlarda, kimi kez yatağa kelepçeli bir şekilde tutulmaktadırlar. 17 yaşındaki kanser hastası çocuk Abdullah Akçay, böylesi bir ortamda yaklaşık 7-8 m2’lik bir bodrum kat hücresinde 1 yıl tutulduktan sonra hayatını kaybetmiştir. Dolayısıyla hapishanelerden hastanelere götürülen mahpusların tedavisi de tam bir işkence halini almış durumdadır. Hastalıkları nedeniyle yaşamlarının sonuna gelmiş mahpusların hapishanelerde ya da hapislik koşullarında hastanelerde tutulmasının insani olmadığını, bu kişilerin Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi’nde yer aldığı gibi onurlu bir şekilde ölmeye hakları olduğunu, veda ve huzur haklarını kullanmaları gerektiğini belirtmek gerekmektedir.
Hapishanelerde sağlığını yitiren ve durumu ağırlaşan hasta mahpuslar için tek kurtuluş yolu serbest bırakılmaları, özgür yaşama ve farklı tedavi olanaklarından yararlanabilmeleridir. Burada özellikle kanser hastalığı gibi moral desteğe, ailenin, sosyal çevrenin yardımına ihtiyaç duyan hastalar açısından dışarıdaki havayı solumak önemlidir.
İHD GENEL MERKEZİ CEZAEVİ KOMİSYONU OLARAK BURADAN TEKRAR BELİRTİYORUZ.
Türkiye’de hapishane koşulları BM ve Avrupa standartlarına uygun değildir.
Bu standartları mükemmel ve ideal görmesek de felsefe olarak hapishanelerin mümkün olduğunca dış dünyaya yakın olması gerektiğini savunmaları bağlamında haklar açısından güçlü bir zemin oluşturduğunu söyleyebilmek mümkündür.
Yine de esas olarak insan hakları savunucuları olarak bizler hapishanesiz bir dünyayı savunmaktayız.
Suçun temel olarak toplumsal adaletsizliklerden, haksızlıklardan kaynaklı olduğu gerçeğinden yola çıkarak suçun sadece bireyselleştirilmesinin, toplumsal ve sistemsel sorumluluk boyutunun ihmal edilmesinin çözüm oluşturmadığı bizce gerçektir.
O halde suçla mücadele öncelikle sistemin adaletli hale getirilmesiyle başlamalı, bireyler üzerindeki yaptırımlar hapishaneler altında tecrit edilmenin dışında yöntemlerle gerçekleştirilmelidir.
VE ISRARLA BURADAN SESLENİYORUZ.
Cezaevi duvarları ardında, duvarların saklayacağını umarak suç işleyen, suça karışan veya suç işlenmesine göz yuman her kim varsa açığa çıkartılması ve yargılanması konusundaki kararlılığımızı belirterek konunun takipçisi olmaya devam edeceğiz.28.02.2014
2013 YILI CEZAEVLERİNDEKİ HAK İHLALLERİ
Cezaevlerinde Ölüm 33 (CİSST Derneği’nin,Bilgi Edinme Yasası çerçevesinde Adalet Bakanlığı’ndan edindiği verilere göre 2013’te ölüm sayısı 316’dır)
Cezaevlerinde İşkence ve Kötü Muamele 843
Cezaevlerinde Sağlık Hakkı İhlali 824
Cezaevlerinde Haberleşme Hakkı İhlali 222
Cezaevlerinde Disiplin Cezaları 1036
Cezaevlerinde Sevk/Sürgün Uygulamaları 1522
TOPLAM 4480
Türkiye cezaevlerindeki hasta mahpuslar listesi ve sağlık durumlarına ulaşmak için tıklayınız.
İHD MERKEZİ CEZAEVİ KOMİSYONU