Türkiye’de son 10 yıllık dönemde, hak ve özgürlükleri çeşitli baskı araçları ile kısıtlayan bir ortamın şiddetini günden güne artırarak tüm toplumsal kesimlere kendisini dayatmasında yaşanan üç kırılma anı etkili olmuştur. Bunlardan ilki 28 Mayıs 2013 tarihinde başlayan İstanbul Taksim Gezi Parkı Protestoları[2] olmuştur. Bu eylemler, bir siyasi partiye veya yapıya ait olmayan ve kendiliğinden gelişmiş, toplumun yok sayılan, özgürlükleri kısıtlanan, yaşam hakkına müdahale edilen, kentine, çevre sorunlarına duyarlı tüm kesimlerinin geçmişten kaynaklanan tüm mağduriyetler toplamının sokağa yansımasından oluşan bir eylemler toplamıdır. Toplumsal tepkiler, yıllardır devletin, siyasal iktidarların insanlık onuruna yönelik müdahalelerine karşı ortak tepkinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 3 ay süren Gezi Parkı Protestoları sonrasında hükümet, başta barışçıl toplantı ve gösteri özgürlüğü olmak üzere pek çok hakkın kullanımına kısıtlamalar getirmiştir. Hükümetin “darbe girişimi” olarak etiketleyerek tüm sorumluluğunu protestoculara yıkmaya çalışmasının neticesi de kamuoyunda “Gezi Davası” olarak bilinen ve hukuki hiçbir dayanağı olmayan dava olmuştur. Gezi Parkı Protestoları ile ilgili açılan diğer davalarda olduğu gibi bu davada da aralarında insan hakları örgütlerinin de olduğu pek sivil toplum örgütü doğrudan ya da dolaylı olarak hedef alınmıştır.
Gezi Parkı Protestoları sonrasında toplumsal dinamiklerde yaşanan değişikler sonunda 7 Haziran 2015 tarihinde yapılan genel seçimlerde Türkiye’yi yöneten koalisyon geriletilmiş; ancak, seçimlerin yenilenmesi ile sonuçlanacak bir başka süreç başlamıştır. Böylelikle seçim sonuçlarının hükümet edenlerce yok sayılabilmesi gerçeği ile yüz yüze kalınmış, Türkiye siyaset ve demokrasi hayatında önemli bir eşik olan ikinci kırılma noktasını giden yolun taşları döşenmeye başlanmıştır. 24 Temmuz 2015 tarihinde Türkiye’nin en önemli sorunu olan “Kürt Sorununun” demokratik yollarla çözülmesi için 2013 yılında başlayan süreç sona erdirilmiştir. Çatışma ortamının başlaması ikinci kırılma noktasına işaret etmektedir. Barış masasının devrilmesinin sonuçları oldukça yıkıcı olmuş, özellikle sokağa çıkma yasakları boyunca ağır insan hakları ihlalleri yaşanmış ve bu durum farklı örgütlerce belgelenmiştir. Kurumlarca hazırlanan raporların kamuoyu ile paylaşılmasını takiben Cumhurbaşkanı Erdoğan, 7 Nisan 2016 tarihinde Polis Teşkilatı Kuruluşu’nun 171’inci yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşmasında, “Bu raporları yayınlayanların üzerine gidilmesi lazım. Neyin raporunu yayınlıyorsun” diyerek, insan hakları örgütlerini hedef göstermiştir.
Ancak bu süreç yaşanırken Türkiye üçüncü kırılma noktasına gelmiştir: 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi. Hemen arkasından ilan edilen OHAL, siyasi iktidarın elinde sivil toplum örgütlerine karşı oldukça kullanışlı bir araca dönüşmüştür. OHAL devam ederken 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan anayasa referandumuyla yeni bir hükümet etme düzeninin fiilen başlaması ile otoriter bir tek adam rejimine geçilmiş, güçler ayrılığı ilkesi rafa kaldırılmış, denge ve denetleme mekanizmaları işlevsizleştirilmiştir. Her ne kadar OHAL 19 Temmuz 2018 tarihinde kaldırılmış olsa da 7145 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile OHAL uygulamaları kalıcı hale getirilmiştir. 2020 yılının mart ayında başlayan Covid-19 Pandemisi ile birlikte de çeşitli idari tedbirler adı altında Türkiye, yasaklama tedbirleri ile yönetilmiştir.
Türkiye, özellikle cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile gün geçtikçe hukuk devleti ilkesinden uzaklaşmaktadır. Bu sistemde, Anayasal yapı yürütme, yasama ve yargı arasında sağlam ve etkin bir güçler ayrılığı sağlanmadan, yetkiler Cumhurbaşkanlığı düzeyinde merkezileştirilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Türkiye’deki ikinci büyük muhalefet partisi olan Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) kapatmaya yönelik iddianamesini kabul etmesi de dâhil olmak üzere, muhalefet partilerinin hedef alınması devam etmiştir ve bu da siyasi çoğulculuğun zayıflamasına katkıda bulunmuştur.[3] Yine bu sistemde yargı bağımsızlığı, sadece bir Anayasa maddesi olarak kalmaktadır. Hakimlerin bağımsızlığının uğradığı erozyonun, kendilerine öngörülen teminatların dışında meslekten çıkarma ve mesleğe alımlar gibi doğrudan doğruya bağımsızlığa etki eden adımların yanı sıra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Türkiye ile ilgili verdiği birçok kararda, yargının siyasi menfaatlere yönelik artan tarafgir tutumuna işaret etmektedir.[4]
Evrensel hukuk ve insan haklarından bu kadar uzaklaşıldığı bir hükümet sisteminde, ifade ve örgütlenme özgürlükleri ile toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı Türkiye’nin kendi Anayasası ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri ihlal edecek bir şekilde sınırlandırılmakta, bu haklar sadece hükümetin “makul” kabul ettiği kişi veya kurumlara tanınmaktadır. Muhalif politikacıların, gazetecilerin, hak savunucularının ve hükümet politikalarını eleştiren herkesin ifade özgürlükleri sürekli bir saldırı altına alınmakta, bu özgürlüklerini kullanmak isteyenler hakkında çeşitli nedenlerle davalar açılmaktadır. İfade özgürlüğünün daraltılması nedeniyle örgütlenme özgürlüğü de ciddi bir şekilde kısıtlanmakta, muhalif görüşlerin dile getirilmesinin etkisizleştirildiği bir ortam yaratılmaktadır.
Türkiye’de insan hakları savunucularının karşı karşıya olduğu en büyük sorun, onları hukuka uygun ve meşru faaliyetleri nedeniyle hedef alan yaygın yargısal işlemler ve ceza davaları örüntüsüdür. Türkiye’de savcılar, yürüttükleri meşru faaliyetlerden ötürü insan hakları savunucularına karşı asılsız suç isnatları yöneltmekte tereddüt etmemektedirler. İnsan hakları savunucularını ilgilendiren davalar kaygı verici bir şekilde, “meşru bir biçimde hükümetin görüşleri ve politikalarını sorgulayan insanları susturma örüntüsü” sergilemektedir.[5] Türkiye’de hükümet, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nu (TMK), özgürlükleri ve hakları kısmen veya tamamen kısıtlamak ve insan hakları savunucularının sesini bastırmak için kullanmaktadır. TMK’da terörizm ve terör suçları konusunda, toplanma, ifade ve düşünce özgürlüklerine karşı ciddi bir tehdit oluşturan muğlak ve aşırı geniş tanımlar yer almaktadır.[6] Son olarak, sivil toplumun önde gelen isimlerinden Osman Kavala ve 7 insan hakları savunucu hakkında, 2013 yılında meydana gelen Gezi olaylarını organize ve finanse ettikleri gerekçesi ile yapılan yargılamada; Kavala hakkında “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlaması ile ağırlaştırılmış müebbet, diğer 7 sanık hakkında ise suçun işlenmesine yardım etmek suçlamasıyla 18 yıl hapis cezasına hükmedilmiş, Kavala dışında tutuksuz yargılanan sanıklar hakkında da tutuklama kararı verilmiştir.[7]
Türkiye’nin, özellikle Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala davalarında, AİHM kararlarını uygulamayı reddetmesi, yargının uluslararası standartlara ve Avrupa standartlarına bağlılığına ilişkin endişeleri daha da arttırmıştır. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, bu tür standartlara bağlılığının sorgulanmasına sebep olmuştur.[8] Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez-Amor da 7 Haziran 2022 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nda onaylanan raporunda, Türkiye’de hükümetin, AİHM’in kesin kararlarına açıkça meydan okuyarak, AB üyelik sürecini yeniden başlatma çabalarını kasıtlı olarak imkansızlaştırdıklarını belirtmektedir.[9]
Raporun tamamına erişmek için: İnsan Hakları Savunuculuğu ve İHD’ye Yönelik Baskılar Raporu