Birleşmiş Milletler uzun yıllar süren hazırlık çalışmaları ve tartışmalar sonucunda 1984 yılında, kısaca “İşkenceye Karşı Sözleşme“ olarak ifade edilen, “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme”yi kabul etmiştir. Sözleşme, yeterli sayıda devlet tarafından imzalandıktan sonra 26 Haziran 1987 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu tarihten on yıl sonra 1997’de ise BM Genel Kurulu, Sözleşme’nin insanlık ailesi ve uygarlığımız açısından taşıdığı önem nedeniyle, kabul ediliş günü olan 26 Haziran’ı işkence görenlerle dayanışma günü olarak ilan etmiştir.
Çünkü Sözleşme, işkenceyi mutlak olarak yasaklar. İnsanlık ailesinin ortak kazanımı olan ve modern insan hakları hukukunun en temel kurallarından birini oluşturan bu yasak, tıpkı köleliğin yasaklanması gibi insanlığın aydınlanma ve modernleşme serüveninin en ayırt edici özelliklerinden biri niteliğindedir.
Aslında geçmişten bu yana, başta 1948’de ilan edilen BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olmak üzere pek çok uluslararası sözleşme ve belgede işkenceyi yasaklayan madde ve ifadelere yer verilmiştir. Ancak, “İşkenceye Karşı Sözleşme” ile konu hem daha kapsamlı olarak başlı başına ele alınmış hem de yasak tutarlı ve mutlak biçimde ifade edilmiştir.
Buna karşın maalesef işkence, hâlen dünyanın pek çok ülkesinde devletler tarafından toplumlara karşı insanlık dışı bir cezalandırma ve yıldırma aracı olarak kullanılmaktadır. Son yıllarda sadece otoriter rejimler ve diktatörlüklerde değil, gelişkin demokrasilerde bile işkence uygulamalarında bir artış gözlemlenmektedir. Bilhassa da Suriye ve Irak örneğinde olduğu gibi uzun yıllardır savaş ve çatışma koşullarına mahkûm olan ülkelerde işkence âdeta gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiştir.
Bu bakımdan işkencenin önlenmesine yönelik sürdürülen mücadelenin yanı sıra işkence görenlere destek olmak, onların fiziksel ve ruhsal olarak tedavi ve rehabilitasyonlarına yardımcı olmak ayrıca önemli hale gelmiştir. Dolayısıyla ilan edilişinin yirminci yılında “26 Haziran İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” daha bir anlam ve önem kazanmıştır.
Türkiye “İşkenceye Karşı Sözleşme”yi 1988 yılında kabul etmiş, Anayasa ve Ceza Kanunu’nda işkenceyi yasaklamıştır. Buna rağmen son yıllarda, özellikle de 2015’in Temmuz ayında yeniden başlayan çatışma ortamında başta Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da; 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi sonrasında, bilhassa OHAL sürecinde, cezaevlerinde, her türlü toplumsal gösterilere müdahale sırasında ya da gündelik olaylarda, resmi ya da resmi olmayan gözaltı ortamlarında işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları ve iddiaları önceki dönemlerle kıyaslanmayacak boyutlara ulaşmıştır.
Her şeyden önce 2015 Temmuz sonrasında Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da bazı il ve ilçelerde ilan edilen ve çok geniş bir nüfusun özgürlüğünden alıkonulmasına, en temel haklarının olağanüstü bir biçimde kısıtlanmasına yol açan aralıksız, günler/aylar süren sokağa çıkma yasağı uygulamalarının bizatihi kendisi, insanlara yaşattığı ağır acı ve duygusal ıstırap nedeniyle –BM İşkenceye Karşı Komite, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri gibi uluslararası kurum ve kişilerin raporlarında da belirtildiği gibi- işkence ve diğer kötü muamele yasağının ihlalidir. Hâlen devam etmekte olan bu süreçte TİHV Dokümantasyon Merkezi verilerine göre; sokağa çıkma yasaklarının uygulanmaya başlandığı ilk tarih olan 16 Ağustos 2015 ile 1 Haziran 2017 tarihleri arasında, başta DİYARBAKIR (127 kez), MARDİN (32 kez), HAKKÂRİ (20 kez) ve ŞIRNAK (13 kez) olmak üzere BİTLİS (8 kez), BATMAN (3 kez), MUŞ (4 kez), BİNGÖL (5 kez), TUNCELİ (5 kez) ve ELAZIĞ (1 kez) toplam 10 il ve en az 43 ilçede, resmi olarak tespit edilebilen en az 218 süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı ilanı gerçekleşmiştir. 2014 nüfus sayımına göre söz konusu il ve ilçelerde yaşadığı belirtilen en az 1 milyon 809 bin kişinin bu yasaklar nedeniyle başta yaşam ve sağlık hakkı olmak üzere en temel hakları ciddi bir şekilde ihlal edilmiştir.
Öte yandan özellikle de 15 Temmuz askeri darbe girişimi sonrasında işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları darbeyi bastırmak, toplumun çok farklı kesimleri üzerindeki kontrol ve baskıyı arttırmak, topluma dehşet ve korku yaymak ya da sadece güç gösterisinde bulunmak amacıyla, intikamcı bir zihniyetle alenileştirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Adalet Bakanlığı’nın 13 Haziran 2017 tarihli açıklamasına göre darbe girişiminden bugüne kadar toplam 161 bin 751 kişi hakkında işlem yapılmış ve 50 bin 344 kişi de tutuklanmıştır. Gerek bu sayılar, gerekse darbeyi bastırma amacıyla yapılan gözaltı işlemlerinin ardından işkence ve kötü muamele görüntülerinin bizzat devlet haber ajansı tarafından servis edilmesi işkenceyi alenileştirme ve yaygınlaştırmanın boyutlarını ortaya koymaktadır.
Çatışmaların yeniden başladığı 2015’in Temmuz ayından itibaren 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL dâhil günümüze kadar süregelen dönemde, gerek sokağa çıkma yasaklarını gerekse OHAL uygulamalarını protesto edip barış, demokrasi ve adalet talebinde bulunan her türlü toplantı ve gösteriye yönelik güvenlik güçlerinin “işkence” düzeyine varan aşırı ve orantısız güç kullanımında olağanüstü bir artış söz konusudur. Nitekim, maruz kaldıkları adaletsizliği protesto etmek ve işlerine geri dönebilmek için ellerinde “toplantı ve gösteri yapma hakkını” kullanmaktan başka bir şey kalmayan binlerce kamu emekçisinden ikisi, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın güvenlik güçlerinin şiddetine maruz kalıp onlarca kez gözaltına alındıktan sonra sürdürdükleri açlık grevinin 76. gününde tutuklanmaları ile yine kamu emekçisi olan Veli Saçılık’ın yakın mesafeden hedef gözetilerek sıkılan onlarca göz yaşartıcı kimyasal içeren bilye atışlarına maruz kalması güvenlik güçlerinin kullandığı aşırı ve orantısız gücün işkenceye dönüşmesinin son örneklerini oluşturmaktadır.
Yine bu dönemde resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra resmi olmayan gözaltı yerleri olarak tanımlanan polis araçları, ev, iş yeri, spor salonları vb. kimi farklı mekânlarda meydana gelen işkence ve diğer kötü muamele vakalarında aynı şekilde bir artış yaşanmaktadır.
Hal böyle iken, OHAL sürecinde çıkarılan KHK’lar ile işkencenin teşviki anlamına gelen pek çok düzenleme yapılmış, işkencenin önlenmesi açısından son derece önemli olan usuli güvenceler büyük ölçüde tahrip edilmiştir. Bu kapsamda önce gözaltı süresi 30 güne çıkarılmış ve bu sürenin ilk 5 gününde avukatla görüş yasağı getirilmiştir. 23 Ocak 2017 tarihinden bu yana ise gözaltı süresi 14 güne düşürülmüş, ilk 5 günde avukatla görüş yasağı ise kaldırılmıştır. Yine bu dönemde, kişinin gözaltı nedeni ve hakları konusunda bilgilendirilmesi, yakınlara/üçüncü taraflara haber verme hakkı, avukata erişim, hekime erişim, uygun ortamlarda uygun muayenelerin gerçekleştirilmesi ve raporların usulüne uygun düzenlenmesi, hukukilik denetimi için süratle yargısal makamlara başvurabilme, gözaltı kayıtlarının düzgün tutulması, bağımsız izlemelerin mümkün olması başlıklarında toplanabilecek usul güvenceleri açısından keyfi bir ortam yaratılarak bu güvenceler işlevsiz hale getirilmiştir. Evrensel hukuk standartlarına aykırı bu denli uzun gözaltı süreleri usul güvencelerinin işlevsizleşmesiyle birlikte işkence ve diğer kötü muamele için güçlü bir zemin oluşturmaktadır.
KHK’lar ile yapılan ve işkenceye zemin hazırlayan bir başka düzenleme ise tutuklu ve hükümlülerin yeniden ifade almak amacıyla cezaevlerinden sorgu merkezlerine geri götürülmelerini sağlayan düzenlemedir.
Bu arada, önce 2015’in Temmuz ayında yeniden başlayan çatışma ortamında Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da sıkça görülmeye başlayan ve OHAL ilanından sonra daha da yaygınlaştırılarak dikkat çeken bir başka uygulama daha vardır. Gözaltına alınma işlemi sonrasında, gözaltında birim değiştirmeler sırasında, periyodik olarak ve gözaltı süresinin bitiminde yapılması gereken adli muayeneler asıl yapılması gereken yerler olan sağlık kurumları yerine olağanüstü durum gerekçe gösterilerek emniyet binalarında ya da başka yerlerde yaptırılmıştır. Hekim ile hasta arasındaki mahremiyeti ihlal eden, hekimlerin bağımsız ve tarafsız adli muayene raporu hazırlama koşullarını olumsuz etkileyen bu uygulama aynı zamanda işkenceye maruz kalmış bir kişinin kendisini ifade etmesi için gerekli uygun ortamı da ortadan kaldırmaktadır. İstanbul Protokolüne ve hekimlik mesleğinin etik ilkelerine aykırı olan bu uygulamaya karşı çıkan hekimler ise haklarında soruşturma açılmak, kamudaki görevlerinden ihraç edilmek gibi ciddi baskılara maruz kalmaktadırlar.
Yine sözü edilen dönemde cezaevi nüfusunda görülen artışa paralel olarak tutuklu ve hükümlülere yönelik işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları da, ne yazık ki, olağanüstü artmıştır. Cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlü sayısı 2005 yılında 55.870 iken, bu sayı, denetimli serbestlikle ilgili düzenlemelerde yapılan değişikliklerle gerçekleştirilen “örtülü OHAL affı”na rağmen, 17 Şubat 2017 itibari ile 209.941’e yükselmiştir. Özellikle de OHAL ilanından sonra cezaevine girişte ve sonrasında devam eden kaba dayak, siyasi suçlardan tutuklananların “terörist” olarak nitelenmesi ve bu gerekçeyle dövülmeleri, her türden keyfi muamele ve keyfi disiplin cezaları, hücre cezaları, sağlık hizmetine erişimin kısıtlanması, sürgün ve sevk uygulamaları yakın tarihte görülmedik boyutlara ulaşmıştır.
2000 yılından bu yana uygulanmakta olan, tutuklu ve hükümlülerin fiziksel ve psikolojik bütünlüklerinin ciddi şekilde zarar görmesine yol açan tek kişi ya da küçük grup izolasyonu/tecrit uygulamaları (özellikle F tipi cezaevlerinde) bu dönemde daha da ağırlaşmıştır. Bu ağır izolasyon koşullarını yumuşatmak için Adalet Bakanlığı‘nın 10 tutuklu ve hükümlünün haftada 10 saat bir araya gelerek sosyalleşmesini öngören ancak geçmişte de etkin ve sorunsuz biçimde uygulanmayan 22 Ocak 2007 tarihli genelgesi (45/1) OHAL gerekçesiyle iyice rafa kaldırılmıştır. Tecridin en sık uygulandığı İmralı F Tipi Cezaevi ise bir an önce kapatılmalıdır.
Hasta mahpusların durumu ise başlı başına bir sorundur. 22 Haziran 2017 tarihli son İHD verilerine göre cezaevlerinde toplam 357’si’ü ağır olmak üzere 1021 hasta mahpus bulunmaktadır. Adalet Bakanlığı’nın verdiği bilgilere göre ise, 2017 yılı Şubat ayı itibarıyla, Adli Tıp Kurumu raporuyla ağır ve sürekli hastalığı belgelenen tutuklu ve hükümlü sayısı 841’e ulaşmıştır.
Özellikle gözaltı ve cezaevi koşullarında sık rastlanılan, çıplak arama dayatmaları dikkat çeken bir başka önemli sorundur.
Kadınlara ve LGBTİ bireylere yönelik eril şiddet de yaygınlaşarak devam etmiştir.
Çocukların maruz kaldığı işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarındaki artışın yanı sıra çocukların bulunduğu cezaevlerinde yoğunlaşan işkence iddialarına yönelik tüm girişimlere karşın hiçbir etkin soruşturma yürütülmemesi de başlı başına bir sorun alanıdır. Bu bağlamda çocuk tutukluluğuna son veren yasal düzenlemelerin gerçekleştirilerek çocuk hapishanelerinin kapatılması öncelikli bir gündem olmalıdır.
Mülteci ve sığınmacı sayısının dört milyona yaklaştığı ülkemizde özellikle geri gönderme merkezlerinde tutulan mülteci ve sığınmacıların işkence ve diğer kötü muamele niteliğinde uygulamalara maruz kaldığına dair ciddi iddialara, bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının rapor ve açıklamalarında yer verilmektedir.
Ülkemizde işkencenin bu boyutta olmasının temel nedeni işkence yasağının mutlak niteliği ile bağdaşmayan çok ciddi bir cezasızlık kültürünün varlığıdır. Cezasızlığın bir devlet politikası olması ve her düzeyden devlet ve hükümet yetkilisinin, işkenceyi meşrulaştırıcı söylem ve davranışları bu kültürün güçlenmesine neden olmaktadır.
Özellikle 2015’in Temmuz ayı sonrasında çıkarılan bazı yasalarla, bilhassa da OHAL ilanından sonra çıkarılan KHK’lar ile kamu görevlilerinin terörle mücadele ve OHAL kapsamında gerçekleştirdikleri fiillerinden dolayı hukuki, idari, mali ve cezai açıdan bir donulmazlık elde etmeleri işkence ve diğer kötü muamele iddialarının soruşturulmasını ve kamu görevlilerinin yargı önüne çıkartılmasını nerdeyse tümüyle imkânsız hale getirmiştir. Nitekim özellikle askeri darbe girişiminin bastırılması sonrasında medyaya servis edilen işkence görüntüleri ile ulusal ve uluslararası insan hakları kurumları tarafından yayımlanan raporlara rağmen işkence iddialarına yönelik re’sen başlatılan bir soruşturma örneği bilinmemektedir. Kaldı ki soruşturma açılsa bile, söz konusu soruşturmaların etkin ve bağımsız olmaması, işkence yapan kamu görevlilerinin yargılanması için izin sistemine başvurulması, ceza ertelemeleri, savcı ve yargıçların öznel ve tarafsızlıktan uzak zihniyet yapıları gibi pek çok etken cezasızlık olgusunu kalıcı hale getirmektedir.
İşkenceye Karşı Sözleşme’yi imzalayarak otoritesini ve denetleme yetkisini Türkiye’nin de tanıdığı BM İşkenceye Karşı Komite (CAT) başta olmak üzere gerek uluslararası gerekse ulusal izleme ve denetleme mekanizmaları işkence ve diğer kötü muamelenin önlenmesinde çok önemli araçlardan birisidir. Ancak maalesef Türkiye, son dönemde uluslararası mekanizmalar ile işbirliğinden kaçınmakta, onların ülke içinde izleme ve denetleme yapmalarını engellemekte ve bu mekanizmaların yaptığı eleştiri ve önerileri hiçbir şekilde dikkate almamaktadır. Öte yandan BM İşkenceye Karşı Sözleşmenin Ek Seçmeli Protokolü’nü (OPCAT) onaylamış olan Türkiye, bu kapsamda bir ulusal önleme mekanizmasının oluşturulmasını da içeren yeni bir başka düzenleme yaparak 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu’nu 20 Nisan 2016 tarihinde yürürlüğe sokmuştur. Ancak, hem çıkarılan yasa BM Paris Prensipleri ve OPCAT ile hiçbir şekilde uyumlu değildir, hem de bu yasa ile oluşturulan Kurum tümüyle işlevsizdir. İşkence iddialarının bu denli artış gösterdiği koşullarda başta gözaltı merkezleri ve cezaevleri olmak üzere tüm özgürlüğünden alıkonulma yerleri bir an önce bağımsız heyetler tarafından incelenmeye açılmalıdır.
Sonuç olarak, biz aşağıda imzası olan kurumlar BM İşkenceye Karşı Sözleşme’nin yürürlüğe girişinin 30., 26 Haziran gününün “İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” olarak ilan edilişinin 20. yılında kısa başlıklar halinde kamuoyu ile paylaşmaya çalıştığımız bu tablodan üzüntü ve kaygı duyuyoruz. Elbette bu tablonun oluşumundan insan haklarına saygıyı ve demokrasiyi bir değer olarak kabul etmeyen egemen zihniyetin kendisi doğrudan sorumludur. Bu zihniyet er ya da geç mutlaka değişmelidir. Bununla birlikte göreceli de olsa bazı öncelikli adımların atılması mümkündür. Şimdiye kadar her vesile ile dile getirdiğimiz gibi yaklaşık 10 aydır topluma reva görülen OHAL, gerek anayasaya göre gerekse Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukuk normlarına göre, keyfî değil hukukî bir rejimdir. Bu nedenle OHAL, ilan edilme gerekçesi ile sınırlı, geçici, ulusal ve uluslararası yargı denetimine açık ve en nihayetinde bir dizi temel (çekirdek) hakkı hiçbir şekilde sınırlanamayan bir uygulama olmak zorundadır. Söz konusu çekirdek hakların en başında ise “işkence yasağı” gelmektedir. Zaten ‘İşkenceye Karşı Sözleşmenin’ ikinci maddesinde de “savaş veya yakın savaş tehdidi dâhil hiçbir siyasi istikrarsızlık ya da olağanüstü hal işkence için gerekçe olamaz” denilmektedir. Dolayısıyla bu emredici kurala mutlaka uyulmalı ve işkenceye ortam yaratan, her türlü denetimden uzak, keyfi kararnamelerle uygulanan OHALderhal kaldırılmalıdır.
Evet, bizler insani değerlerimize ve varoluşumuzun anlamına ters düşen, daha aydınlık bir gelecek için taşıdığımız umutlara gölge düşüren ‘işkence’nin ülkemizden ve dünyadan mutlak olarak silinmesini istiyoruz. Bu hedefe ulaşıncaya kadar da, işkence görenlerin tüm örtbas etme, korkutma, susturma çabalarına karşın başlarına geleni kader olarak kabul etmeyip işkence gördüklerini yüksek sesle haykırabilmeleri ve kendilerini güvende hissetmeleri için her koşulda yanlarında olmaya devam edeceğiz. İşkence yasağını ihlal eden tüm faillerin hiyerarşik sorumluk sırasıyla açığa çıkarılmaları, korunmamaları ve cezasız kalmamaları için inatla işkenceyi belgelemeye ve rapor etmeye, yargının koruyucu kalkanına karşı hukuksal araçlarla mücadele etmeyi sürdüreceğiz.