Abdullah Öcalan'ın İmralı adasındaki Kapalı Cezaevi'nde dört yıldır tek başına tutulduğu bir olgudur. Yalnızca ailesi ve avukatları ile haftada bir gün görüşebildiği de bir olgudur. Dolayısıyla 4 yıldır bu koşullarda tutulan bir kişinin tutulduğu koşulların tecrit koşulları olduğu ve bu durumun sürekli bir uygulama olduğu açıktır. Bunun adı tecrit politikası değil de nedir?
Tıpkı F Tipi cezaevlerinde uygulananın tecrit politikası olduğu gibi, daha ağırlaştırılmış biçimi, Abdullah Öcalan'a uygulanmaktadır. Aile ve avukat görüşlerinin iki ay öncesine kadar yapılıyor olması, durumu değiştirmemektedir. Abdullah Öcalan'ın bu duruma şimdiye kadar itirazının bulunup bulunmamasının İHD açısından önemi bulunmamaktadır. İHD, cezaevleri koşullarını tutuklu ve hükümlülerin istem ve değerlendirmeleri ve eylemlerinden bağımsız olarak değerlendirmektedir. İHD'nin cezaevlerine ilgisi, tutuklu ve hükümlülerin açlık grevi, ölüm orucu ve benzeri eylem yollarına başvurmalarıyla başlamaz ve bu süre ile sınırlı bir ilgi değildir.
Öcalan'ın ailesinin ve avukatlarının, görüş yapmak üzere Mudanya'ya ve irtibat bürosuna gittikleri ve bunun da belgeli olduğu açıktır. Dolayısıyla görüş talebinde bulunulduğu da gerçektir.
Tartışmalı olan ise, hava muhalefeti gerekçesinin, ne derece görüşmenin gerçekleşmemesinin gerekçesini oluşturduğudur? Hava muhalefeti gerçekten Çarşamba günleri mi oluşuyor? Tanrı özel olarak Öcalan'ı cezalandırmak için mi, Çarşamba günleri İmralı adası çevresinde hava muhalefeti yaratıyor(!?)
Hava muhalefeti gerekçesini devlet yetkilileri ileri sürüyor. Asıl araştırılması gereken de bu gerekçenin gerçek bir gerekçe olup olmadığıdır. Gerilim noktası da bu noktadır ve yetkililer, kuşkuları arttırıcı, muğlak ifadelerle bu gerilimi artırma politikası izlemektedirler. Gerilim politikası oluşturulmasının nedeni ise bilinmemektedir.
Böyle bir politika izlemeyen bir yönetim, genelgelerle düzenlenen görüş günlerini yeniden düzenleyebilir ve deniz ulaşım araçlarını tahsis edebilirdi. İki ay boyunca personelin mahsur kalmadığı, yiyecek ve diğer eşyaların ulaştırılabildiği bir adaya, herhalde birkaç avukat ve ailenin ulaşmasını da sağlayabilirdi.
İHD dezenformasyonda bulunmamaktadır. Dezenformasyonda bulunanlar, insan aklının merak edici ve sorgulayıcı özelliğini unutmaktadır.
"Şimdiye kadar aile ve avukat görüşmesini engellememiş olan idare, şimdi görüşmeyi neden engellesin?" sorusu bize değil, devlet organlarına yöneltilmesi gereken bir sorudur. Bizim işimiz, devlet otoritesinin eylem ve işlemlerini izlemek, soru sormak ve olgulardan hareket etmektir. Kamu otoritelerinin daima hukuka uygun hareket etmesi gereği, daima hukuka uygun hareket edildiği sonucunu doğurmaz.
Sorunların çözümüne ilişkin olarak önerimizi üç unsurlu tek bir cümlede ifade edebiliriz:
Sorunları insan hakları hukukuna uygun olarak çözmek; demokrasi dışı araç ve yöntemlere başvurmamak (şiddeti reddetmek) ve sağduyulu hareket.
Hüsnü Öndül
Genel Başkan