“Konuşmasını ve dinlemesini bilmiyorlar.”
Herakleitos (Fragmanlar)
“Yadsıma yöntemi, yani insanlığı sakatlayan ve özgürce gelişmesini önleyen her şeyin reddedilmesi, insana inanmaya bağlıdır”
Max Horkheimer (Akıl Tutulması)
Filistinli aydın, akademisyen ve yazar Edward Said, 2000 yılında Lübnan sınırında İsrail tarafına attığı taşın Reuter muhabiri tarafından görüntülenmesiyle dünya basınına konu olmuş, kendisiyle konuşan gazetecilere “Taş atarken çok hoş duygular yaşadığımı inkâr edemem. Galiba bir tanesini de isabet ettirdim” demişti. Bu olay üzerine üniversiteden atılması için açılan kampanya, Columbia Üniversitesi yönetiminin Said’in davranışlarını akademik özgürlük ilkeleri dâhilinde görmesiyle etkisiz kalmıştı. 2000 yılında Lübnan sınırında bir İsrail karakoluna taş atarak tartışmalara yol açan Said’in görev yaptığı Columbia Üniversitesi, taş atma eyleminin yasaları çiğnemediği gerekçesiyle Said hakkında bir işlem yapılmasına gerek olmadığına karar vermişti.
30 yıldır yazdığı kitaplarla ve çeşitli ülkelerde verdiği konferanslarla, yüzyıllık ABD emperyalizminin bir numaralı eleştirmeni olan Noam Chomsky, 2006 yılında ABD’nin West Point Harp Akademisi’nde bir konuşma yapmıştı. Son kitabı ‘Failed States’i tanıtsın diye, akademinin felsefe profesörü Chomsky’yi okula davet etmiş, konuşma, C-span televizyon kanalının kitap tanıtma programından Amerika’ya yayılmıştı. Konuşmada Chomsky insan haklarını ihlal eden, katliamlar yapan Saddam, kitle imha silahları geliştirmiş olsaydı bile, uluslararası hukuk açısından Anglo-Amerikan saldırısının gayrimeşru olduğunu belirtmiş ve “Amerika kendisine saldıracak diye Irak’a girdiyse, aynı mantıkla asıl Küba’nın, Florida’da teröristler beslediği için ABD’ye saldırmaya hakkı olmalıydı! Olası bir saldırıya karşı korunmak için bugün İran’ın da, ABD’ye saldırmaya hakkı olduğu gibi!” demişti. Chomsky’ye göre, ABD’nin bugün Irak’ta olması, bu deli saçması son iki örnekten hiç de farklı değildi. Chomsky’nin konuşması sıkı bir şekilde alkışlanmış ve konferans, bir öğrenci temsilcisinin 2008 sınıfı adına Chomsky’ye küçük bir hediye vermesiyle son bulmuştu.
Bu iki örnek karşısında Türkiye’deki durumun, düşünce ve ifade özgürlüğü bakımından gerçekten de içler açısı olduğunu söylemek mümkündür. Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can hakkında başlatılan karalama, saldırı ve linç kampanyası, bunun en somut örneklerinden biridir. Doç. Dr. Osman Can, 10 Kasım 2008 tarihinde Bilkent Üniversitesi ile Alman Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfı’nın “Anayasalardaki Değiştirilemez İlkeler” konulu sempozyumunda, “Anayasanın Değiştirilmez Maddeleri” başlıklı bir konuşma yapmıştır. Konuşmanın hemen akabinde Doç. Dr. Osman Can’ın konuşması akıllara durgunluk verecek şekilde çarpıtılarak, hakkında bazı medya organları ve siyasi parti temsilcileri tarafından inanılmaz bir saldırı, karalama ve linç kampanyası başlatılmıştır.
Yapmış olduğu konuşmada Doç. Dr. Osman Can, iddia edildiği üzere, ilk üç maddeye dokunulsun, bayrak ve marş kaldırılsın, devletin dili Kürtçe olsun dememiştir. Bilakis söz konusu maddelerin dokunulmaz olduğunu, ama bu gerekçeyle Anayasa’nın diğer maddelerinde
yapılan değişikliklerin engellenemeyeceğini ve bunun Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenemeyeceğini söylemiştir. Bu görüşü tüm anayasa hukuku kitaplarında da paylaşılmaktadır. Ayrıca değiştirilemezliğin kapsamının, başlangıç kısmı göz önüne alınarak evrensel olmaktan uzak, şoven karakterler taşıdığına değinmiştir.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin artığı bir anayasa olan 1982 Anayasası, haklar ve özgürlükleri elden geldiğince kısıtlamak suretiyle, güçlü bir yönetim ve güçlü bir devlet için tasarlanmıştır. Bu tasarımın kabul edilebilir herhangi bir yönü yoktur. Bu tasarım, Türkiye’nin ilerlemesi ve refahı için atılan her adımda toplumun boğazına dolanmaktadır.
Doç. Dr. Osman Can, Türkiye’de eşine az rastlanır, entelektüel bir kişiliğe sahip ve her zaman insan hakları ve temel özgürlüklerden yana olmuş, çalışmaları yurt içinde ve yurt dışında takdir edilen bir hukukçu ve bir akademisyendir. Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığına Dair Temel İlkelerin 8. Maddesi açık bir şekilde “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne uygun olarak, diğer vatandaşlara olduğu gibi yargı organı mensuplarına da ifade, inanç, örgütlenme ve toplanma hakkı tanınır” demektedir. Ayrıca UNESCO’nun Yüksek Öğretim Akademik Personelinin Durumuna İlişkin Tavsiyesi’nde “Tüm diğer gruplar ve kişiler gibi, yüksek öğretim akademik personeli de, uluslararası alanda tanınan tüm vatandaşların sahip olduğu kişisel, sosyal ve kültürel haklardan yararlanmalıdır. Bu nedenle, tüm yüksek öğretim akademik personeli, hem düşünce, vicdan, din, ifade, toplantı ve örgütlenme haklarına, hem de kişi özgürlüğü ve güvenliğiyle seyahat özgürlüğüne sahip olmalıdır. Öğretim üyelerinin bir vatandaş olarak sahip oldukları kişisel haklarını kullanmaları engellenmemelidir. Ülke siyaseti ve yüksek öğretimi etkileyen siyasi kararlar hakkında özgürce kendi görüşlerini ifade ederek sosyal değişime katkıda bulunmak da bu kapsama dâhildir. Akademik personelin bu haklarını kullanmaları nedeniyle herhangi bir ceza almamaları gereklidir. Yüksek öğretim akademik personeli, keyfi bir şekilde yakalanmamalı ve gözaltına alınmamalı, işkenceye, zalim, insanlık dışı ve haysiyet kırıcı muameleye tabi tutulmamalıdır.”(Madde 26) ve “Yüksek öğretim akademik personeli akademik özgürlüğünü sürdürme hakkına sahiptir. Bu hak; bir öğretinin buyruğu ile sınırlanmadan öğretme ve tartışma özgürlüğü, özgürce araştırma yapma ve bu araştırmanın sonuçlarını yayma ve basma özgürlüğünü, içinde çalıştıkları kurum ve sistemi eleştirme özgürlüğünü, kurumsal bir sansürden bağımsız olma hakkını, temsili ve mesleki akademik organlara katılma özgürlüğünü içerir.” (Madde 27) denmektedir.
Demokratik bir toplumun olmazsa olmaz koşullarından biri olan ifade özgürlüğü, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin en temel gereklerinden biridir. Türkiye’nin düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandığı için yeni bir mağdura daha ihtiyacı yoktur. Geçmiş kötü sicili yeterince yüz kızartıcıdır. Medyanın, kamuoyunun bilgi edinme hakkını ve ifade özgürlüğünü kullanabilmesindeki rolü ile demokratik toplumlarda gerekli olan siyasal organlar ile kamu hizmetlerinin sorumluluğunun ve şeffaflığının sağlanmasındaki rolü tartışılmaz bir şekilde önemlidir. Bu bağlamda, medya ve ifade özgürlüğünü ayrılmaz bir bütün olarak ele almak gerekir. Medya, ifade özgürlüğünün en önemli “watch dog”u, yani koruyucusudur. Bu açıdan bakıldığında, bazı medya kuruluşlarında yer alan haberlerin ve yazılan yazıların, Doç. Dr. Osman Can’ın yapmış olduğu konuşma karşısında takındığı tavrı anlamak mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki, kötünün yanına daha da kötüsünü koyarak meşrulaştırmalar ve kıyaslamalar yapmaya çalışmak, daha iyi bir sistem arayışının önüne engel koymaktan başka bir şey değildir. Osman Can’a yapılan saldırı ve karalamalar bir kere daha göstermektedir ki, ifade hürriyeti sorunu, Türkiye’nin en ciddi insan hakları problemlerinden bir tanesidir. Hem yasal engellerin, hem de hoşgörüsüzlüğün yarattığı linç iklimi, entelektüellerin ülkenin geleceğine damgasını vuracak konuları özgürce tartışmasını engellemekte ve böylece, ancak bildik şablon ve kalıpların ifade edilebildiği bir ortam yaratılmaktadır.
Artık kangrene dönmüş sorunlarıyla Türkiye, bugün her zaman olduğundan daha fazla ifade hürriyetine muhtaçtır. Özgür tartışmanın olmadığı bir ülkede başka hiçbir özgürlüğün kullanılması mümkün değildir.
Yukarıda kısaca belirttiğimiz nedenlerle, bizler insan hakları savunucuları olarak, Doç. Dr. Osman Can hakkında başlatılan karalama ve linç kampanyasını kınıyoruz. Bu vesileyle Doç. Dr. Osman Can’ın ifade hürriyetini özgürce kullanmasının sonuna kadar takipçisi olacağımızı kamuoyuna saygıyla duyururuz.
İHDİnsan Hakları Derneği |
MAZLUMDERİnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği |
İHGDİnsan Hakları Gündemi Derneği |