Değerli izleyiciler,
56 yıl önce Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, özgürlük, adalet ve barışın temeli olarak kabul edilen ve insanların doğal olarak sahip olması gereken hakların; ayrımsız herkese tanınması yönündeki bir hedefi, halkların ve ulusların ortak amacı olarak belirlemiştir. Bildirgede, üye devletlerin BM ile işbirliği içinde, insan haklarının ve temel özgürlüklerin, evrensel olarak saygı görmesi ve gözetilmesini sağlamayı taahhüt ettikleri ifade edilmiştir.
Ancak, Bildirge’nin kabulündeki ortak amaca ve üye devletlerin bildirgedeki hak ve özgürlükleri tanıma ve koruma taahhütlerine karşın; Bildirgenin kabul edilişinin 56.yıl dönümünde de düş kırıklığı yaşıyoruz ve gelecek için kaygılıyız.
Bildirgenin başlangıç bölümünde dile getirilenin aksine, insanlık ailesinin tüm üyelerinin eşit ve ayrılmaz olduğu söylenen onuru ve hakları ihlal edilmiş dünyada; özgürlük, adalet ve barış ağır darbeler yemiştir. Dünya sorunlarının çözümünde, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, uluslararası mekanizmalarla işbirliği içerisinde barışçıl ve adaletli yöntemler yerine; terörle mücadele adı altında tümüyle silahlı güce ve baskıya dayalı yöntemlere başvurulmaktadır. Ekonomik ve askeri güce sahip devletler tüm dünyaya bunun haklı ve meşru olduğunu dayatmıştır. ABD ve müttefiklerinin BM ile işbirliği yükümlülüklerini gözardı edip, doğrudan askeri güce başvurarak Irak’ı işgal etmesine karşın, BM başta olmak üzere diğer tüm uluslararası kuruluşlar bunu önleme konusunda ne yazık ki etkin bir mücadele geliştirememişlerdir. Bu durum, bu kuruluşlara bağlanan ümitleri zayıflatmış, duyulan inancın sarsılmasına yol açmıştır. Bu olumsuz gelişmeler karşısında uluslararası insan hakları kuruluşlarının da iyi bir sınav verdiği söylenemez.
Dünya güvenliğinin ancak ve ancak askeri yöntemlerle çözülebileceğine ilişkin anlayış ve uygulamaların, tüm dünya insanlarına faturası çok ağır olmuştur. Bildirgenin ilk 22 maddesinde sayılan yaşama hakkı, kişi özgürlüğü ve güvenliği, İşkence yada zalimce, insanlık dışı yada onur kırcı davranış yada ceza yasağı, yasa önünde tanınma ve eşitlik, yasalarca eşit olarak korunma hakkı, keyfi alıkonma tutuklanma yada sürgün yasağı, bağımsız ve yansız bir yargı önünde adil bir şekilde yargılanma hakkı, bir mahkeme kararı ile mahkum edilinceye kadar herkesin suçsuz sayılma hakkı, yer değiştirme ve oturma özgürlüğü ülkeden ayrılma ve ülkeye yeniden dönme hakkı, uyrukluk hakkı ve sığınma hakkı gibi temel haklardaki ihlaller yaygınlaşmıştır. Sadece Guantanamo kampında, El-Garib cezaevinde ve Felluce’de yaşananlar bu tespitlerimiz için yeterli kanıt oluşturmaktadır. Bu süreçte başta Cenevre Sözleşmeleri olmak üzere, insancıl hukukun tüm ilkeleri yok sayılmıştır. Sivil halka yönelik operasyonlar düzenlenmiş, yerleşim yerleri, hastaneler, okullar, camiler, pazar yerleri de askeri hedef seçilmiştir. Irak halkının kendi kaderini tayin hakkına saygı gösterilmesi ve işgalci güçlerin derhal geri çekilmesi için ulusal ve uluslar arası tüm kuruluşları üzerine düşeni yapmalıdır.
Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, insanlığa karşı suçların kovuşturulamaması ve sorumluların cezalandırılamamasıdır. Saldırı ve savaş suçları ile soykırım ve insanlığa karşı suçların kovuşturulması ve cezalandırılması amacıyla bir Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) kurulmasına ilişkin 1998 Roma Tüzüğü, 1 Temmuz 2002 tarihinden itibaren yürürlüğe girmesine karşın, başta ABD olmak üzere güçlü devletlerin engellemeleri ile işlevsiz kalma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD, UCM Statüsü’nü imzalanmadığı gibi, diğer devletlerin de imzalamaması yönünde baskı yapmaktadır. Ayrıca yaptığı ikili anlaşmalarla ABD vatandaşlarının bu mahkemelerde yargılanmasını engellemek istemektedir. Bu tehlikeye karşı da uluslararası dayanışmaya büyük ihtiyaç vardır. Savaş suçluları, soykırım yapanlar ve insanlığa karşı suç işleyenler mutlaka UCM’de yargılanmalı ve sorumlular cezalandırılmalıdır.
Günümüzdeki bir diğer tehlike de, özellikle “gelişmiş ülkelerde” yabancı düşmanlığı, ayırımcılık, milliyetçilik ve ırkçılık akımlarının hızla yükselerek güçlenmesidir. Son dönemde sığınmacı ve göçmenlere karşı yapılan yasal düzenlemelerle ülkelerine geri gönderilen sığınmacıların sayısı artmıştır. Mülteci ve göçmen haklarının sınırlandırılmasına yönelik eğilimleri kaygı ile izliyoruz. Söz konusu “gelişmiş ülkelerde” bir yanda polislerin yargı kararı olmaksızın sınır dışı etme yetkileri genişletilirken, girişlerde zorunlu olan vize uygulaması da kabul edilemez biçimde zorlaştırılmıştır.
TÜRKİYE’DEKİ DURUM
Herkesin bildiği gibi, Türkiye’deki insan hakları, özgürlükler ve demokrasi mücadelesinin azımsanmayacak bir geçmişi vardır. Özellikle askeri müdahalelerle getirilen olağanüstü yönetim rejimleri ve bunların hukuk dışı uygulamalarına karşı, çeşitli toplum kesimlerinin verdiği mücadelede insan hakları örgütlerinin önemli bir payı bulunmaktadır. Hükümetlerin ve diğer devlet kurumlarının ağır baskıları, sorunları ret ve inkar etmeleri, yasa dışı saldırılar, anti demokratik yasalardan kaynaklanan cezalandırmalar ve hatta faili meçhul cinayetler insan hakları, özgürlükler ve demokrasi mücadelesini durduramamış, insan hakları savunucuları gerilememiştir. Dolayısıyla 2004 yılı Türkiye’si değerlendirilirken, insan hakları, özgürlükler ve demokrasi alanlarındaki kazanımlarda, temel belirleyici etkenin Türkiye demokrasi güçlerinin mücadelesi olduğunu belirtmek isteriz.
Bununla birlikte, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin de; 1999 yılından itibaren Türkiye siyasi ve sosyal yaşamında dinamik bir tartışma, görüş geliştirme ve eylem ortamının doğmasına, farklı sosyal grupların hükümet ve devletin temsilcileriyle buluşmasında önemi bir rol oynadığı kabul edilmelidir. Bu dönemde, Hükümetler ve TBMM, Türkiye’de yıllardır toplumsal dinamiklerin, 1980 askeri darbesinin kurduğu otoriter ve baskıcı rejimi değiştirmek üzere demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve farklı kimliklerle ilgili dile getirdiği, ancak hep gözardı edilen taleplerini dikkate almak durumunda kalmıştır.
1999 yılında başlayan sürecin devamı olarak 2004 yılında da, Anayasa’da olumlu değişiklikler yapıldı, DGM’ler en azından görünürde kaldırıldı, yeni Dernekler Yasası, yeni Ceza Yasası ve yeni Ceza Yargılaması Yasaları kabul edildi. Anayasada yapılan değişiklerden, kadın ve erkek eşitliğini vurgulayan ve devlete bu konuda yükümlülük getiren değişiklik ile insan hakları ve temel özgürlükler konusundaki uyuşmazlıklarda uluslararası hukukun öncelikle uygulanacağı yönündeki değişiklikleri özellikle belirtmek gerekir. Ceza Yasası ile de (soykırım, insan ticareti, işkence, kadına karşı işlenen suçlarda indirim yapılmaması gibi) önemli iyileştirmeler yapıldı. Ancak, bu düzenlemelerin hala hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına elverişli bazı yasa maddelerini de içerdiği gözden kaçırılmamalıdır. Dernekler Yasası ile örgütlenme alanında önemli iyileştirmeler yapılmıştır.
Ancak bütün bu olumlu düzenlemelere karşın, yasal alanda yapılması gereken daha pek çok düzenleme ihtiyacının yanında, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası bütünü ile yürürlükten kaldırılıp, bütün toplum kesimlerinin katılımı ile yeni bir demokratik anayasa yapılamadığı hatta bu konuda herhangi bir hazırlık çalışması da yapılmadığı gözardı edilmemelidir. Bütünüyle temel özgürlükleri, insan haklarını ve demokrasiyi kısıtlama amacına yönelik olarak hazırlanmış olan 1982 Anayasası tümüyle yürürlükten kaldırılmadıkça, Türkiye’nin tam olarak demokratikleşmesi, insan haklarını ve temel özgürlükleri yaşama geçirmesi, sistemin sivilleştirilmesi ve askerin sistem içerisindeki etkinliğinin ortadan kaldırılması olanaklı değildir. Hükümet tarafından, en kısa zamanda yeni ve demokratik bir anayasanın toplumsal uzlaşma ile hazırlanıp, kabul edilmesi yönünde çalışmalar başlatılmalıdır.
Aynı şekilde, süreç içerisindeki olumlu anayasal ve yasal düzenlemelere karşın, İnsan Hakları ihlallerinin devam ettiği de bir gerçektir. Hükümetin, yasama faaliyetlerinde gösterdiği siyasi iradeyi, uygulamada gösterdiği söylenemez. İdari makamlar ve yargı, insan hakları ihlalleri konusunda gerekli duyarlılığa sahip değiller. Burada bizatihi insan hakları ihlali niteliğindeki yargı uygulamalarına özellikle dikkat çekmek gerekir. Bunun son örneği, Yargıtay ilgili dairesinin Türkiye’nin en büyük eğitim sendikası olan Eğitim-Sen’in kapatılması yönünde verdiği bozma kararıdır. Bir yandan, Türkçe dışında dillerin öğretilmesinin önü açılmak istenirken, öte yandan sadece tüzüğünde “ana dilde eğitim yapılmasını” ilkesel olarak savunduğu için bir eğitim sendikasının kapatılmak istenmesi, kabul edilecek bir durum değildir. Benzer şekilde, başta Başbakan olmak üzere tüm Hükümet yetkilileri “işkenceye sıfır tolerans” söylemini sık sık tekrarlarken, işkencenin yaygın bir şekilde devam etmesi ve bu konuda etkin idari önlemlerin (örneğin ilgili Vali, Kaymamak, Emniyet Müdürü ya da Jandarma komutanının görevden alınması gibi) alınmaması, ister istemez Hükümetin tutumundaki samimiyeti tartışmalı hale getirmektedir. Hükümetin ifade özgürlüğüne ilişkin tavrı ile insan hakları örgütlerine yaklaşımına ise aşağıda ayrıca değinilecektir.
İnsan Hakkı İhlalleri Devam Ediyor
Bu genel belirlemelerden sonra uygulamadaki somut sorunlara baktığımızda;
Yaşam hakkı ve kişi güvenliği ihlalleri hala sürmektedir. Yargısız infaz uygulamalarının devam ediyor olması üzerinde durulması gereken en önemli sorunlardan birisidir. Yakın dönemde Diyarbakır Mardinkapı semtinde ve Hevsel bahçelerinde bir hafta süren polis ablukasından sonra üç yurttaşımız öldürüldü. Bir hafta süresince o semtlerde oturan vatandaşlarımızın tüm özgürlükleri kısıtlandı, temel gereksinimlerinin karşılanmasına dahi izin verilmedi. Mardin’in Kızıltepe ilçesinde biri 12 yaşında bir çocuk olmak üzere iki kişinin öldürüldü. Bundan birkaç gün sonra Hakkari’nin Şemdinli İlçesinde bir yurttaşımız askeri görevliler tarafından arkadan vurularak öldürüldü. Bu olaylardan yaklaşık 20 gün kadar önce de Gümüşhane ilinde 2 yurttaşımız askerlerinin açtığı ateş sonucunda yaşamlarını yitirdi. Tüm bunlar, Türkiye’de maalesef hala yargısız infaz olgusunun sürdüğünü ortaya koymaktadır.
İşkence Sürüyor
İşkence uygulamaları da AB ve hükümet yetkililerinin sistematik bir uygulama olmadığını söyleyerek geçiştirmek istemelerine rağmen, bir sorgulama, caydırma ve cezalandırma yöntemi olarak varlığını korumaktadır. İşkence sadece siyasi gruplar üzerinde değil, özellikle suçu meslek edinen suç grupları (hırsızlar, dolandırıcılar, kapkaççılar) ile farklı cinsel tercihe sahip olanlar (eşcinseller, transseksüeller gibi) üzerinde de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Cezaevlerinde özellikle siyasi tutuklu ve hükümlülere yönelik tecrit ve onur kırıcı muamele uygulamaları devam etmektedir. Salıverilenler kötü cezaevi koşulları nedeniyle bedensel ve ruhsal sağlık sorunlar yaşamaktadır. Cezaevlerinde sürdürülen ölüm oruçları sonucunda ölenlerin sayısı 121’e yükselmiş durumdadır. Hükümet bu konularda yeni çözümler ve iyileştirmeler geliştirmek yerine, yasal düzenlemelerle sorunu daha da ağırlaştırma eğilimindedir. Bu bakımdan çıkarılmak istenen Ceza İnfaz Yasası’nın yeni sorunlara yol açacağı düşüncesindeyiz. İnsan haklarını ve hükümlü ya da tutuklunun da birer insan olduğu gerçeğini merkezine almayan düzenlemeler, sorunu daha da büyütmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Şiddet içermeyen öğrenci, işçi, memur ve sivil inisiyatiflerin düzenlediği toplantı ve gösterileri polisin aşırı şiddet kullanımına hedef olmaya devam etmektedir. Bunların sonucu olarak açık alanlarda, sokak aralarında, araç içinde ve evlerde kayıt dışı olarak nitelediğimiz işkence vakalarında artış gözlemlenmektedir. Yukarıda da açıkladığımız gibi, Hükümet’in “işkenceye sıfır tolerans” söylemine karşın uygulamada yaşananlar, söylemin gereklerinin yapılmadığını gösteriyor. İşkenceciler hala idari ve adli koruma altındadır.
Biz insan hakları örgütleri olarak;
İlgili tüm hükümet temsilcilerine defalarca yaptığımız işkencenin etkin olarak izlenmesi, soruşturulması ve önlenmesi amacıyla bağımsız ve yansız uzmanlardan, sivil toplum kuruluşlarından oluşan İzleme Kurulları oluşturulması, tarafımızdan açıklanan işkence iddialarının her birinin ciddi bir soruşturmaya tabi tutulması ve sorumluluk zinciri oluşturularak tüm görevlilerin açığa alınması gibi iki temel önerilerimize hala bir yanıt alamadık.
İfade özgürlüğü konusunda ise, özellikle yargı uygulamaları nedeniyle sorunlar devam etmektedir. Mevzuatta yapılan iyileştirmeler ve değişiklikler ifade özgürlüğünün tam olarak sağlanmasına yetmiyor. Her defasında, güvenlik güçleri ve cumhuriyet savcıları ifade özgürlüğünü engelleme yönünde yeni yeni yasa maddeleri keşfetmekte gecikmiyorlar. Bir diğer önemli nokta da, bizzat hükümetin dahi ifade özgürlüğü konusunu tümüyle içselleştirmemiş olmasıdır. Hükümet halen farklı ve aykırı düşüncelere tahammül göstermemekte, bu gibi düşünceleri ifade eden kişi ve kuruluşlara karşı saldırgan bir tutum takınmaktadır.
Son dönemlerde bunun iki örneğini yaşadık:
Birincisi, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu tarafından hazırlanan Azınlık ve Kültürel Haklar Raporu’na karşı Hükümet kanadından gelen tepkilerdir. Bu tepkiler düşünce açıklamanın çok ötesinde, raporu hazırlayanları hedef gösterecek ölçülerde saldırgan bir nitelik taşıyordu. Bir başka önemli örnek ise, “Türkiye’de işkence sistematiktir” diyen insan hakları örgütlerinin, bizzat Başbakan tarafından, gerek Avrupa Konseyi’nde, gerek Türkiye televizyonlarında ve son olarak da Avrupa Parlamentosu Başkanı’nın ziyareti sırasında yaptığı konuşmalarda “terörist örgütlerle bağlantı içerisinde” olduklarının söylenmesidir.
Azınlık ve kültürel haklar konusu, Türkiye’de önemli bir sorun olarak devam etmektedir. Buna din ve inanç özgürlüğünü de eklemek gerekir. Kabul görmüş azınlıkların sorunları tümüyle çözülmediği gibi, varlıkları dahi kabul edilmeyen Süryani, Yezidi ve Protestanların sorunları olduğu gibi durmaktadır. Aleviler konusu çözüm bekleyen önemli bir sorundur. Türkçe’den başka geleneksel olarak kullanılan dillerin öğretilmesi için kurslar açılması ve TRT’de haftada yarım saat yayın yapılması yönündeki düzenlemeler; tabuların kırılması anlamında önemli olmakla birlikte, sorunun çözümü bakımından yeterli adımlar olduğu söylenemez. Bu konularda daha gerçekçi ve hakların kullanımını kolaylaştırıcı, hatta özendirici düzenlemelerin en kısa zamanda yapılması gerekir.
Kürt Sorunu
Uzun yıllardır çözüm bekleyen temel sorunlardan birisi de Kürt Sorunudur. Türkiye 15 yılı aşkın bir çatışma dönemi yaşamış ve bu dönemde tüm Türkiye toplumu büyük zarar görmüş, tahribat ve travmalar yaşamıştır. Göreceli olarak çatışmaların durduğu ya da en alt düzeylere indiği 1999-2004 yılları arasındaki dönem, yeterince değerlendirilmemiş, kalıcı toplumsal bir barışın adımları atılmamıştır. Olağanüstü Hal kaldırılmış, ancak bölgenin her yönüyle normalleşmesi yönünde bir çaba içerisine girilmemiştir. Olağanüstü Hal’in sorunları ve hatta başta koruculuk olmak üzere kurumları, OHAL kaldırıldıktan sonra da hala varlığını korumaktadır. Sorun sadece bir “terör” sorununa indirgenmiş, çözüm sadece silahlı yöntemlerde aranmıştır. Son dönemlerde yeniden başlayıp, tırmanma eğilimine giren çatışma ortamı, insan haklarının, temel özgürlüklerin ve Türkiye demokrasinin önünde büyük bir engel oluşturmaktadır. Gerek İHD ve gerekse TİHV her türlü savaşa ve şiddete karşıdır. Sorunların çözümünde ve hak talebinde şiddet yöntem olmaktan çıkmalıdır. Hükümet, devletin bütünlüğü içerisinde sorunu demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözme yönünde adımlar atmalıdır. Silahlı grupların topluma kazandırılması hedeflenmeli, demokratik mücadele kanalları açılmalıdır. Siyasi amaçlı suçlar için yapılacak gerçekçi bir düzenleme bunun ilk adımlarından birini oluşturabilir.
Buradan herkese seslenmek istiyoruz: Şiddete ve çatışmaya son verin.
İktidar ve İnsan Hakları Örgütleri
Hükümetlerin insan haklarına verdikleri öneme örnek olarak gösterilen bazı resmi kurumlar ile sivil toplum örgütleri arasındaki ilişki de bizce 2004 yılının önemli gündem maddelerinden birini oluşturmuştur. İl ve İçe İnsan Hakları Kurulları, BM İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Komitesi, İnsan Hakları Başkanlığı, İnsan Hakları Danışma Kurulu aynı zamanda sivil toplum örgütleri-hükümet ilişkilerine ortak bir zemin sağlamaya yönelik adım atılmasına katkı sağlamıştır. Adalet, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları’nın oluşturduğu Reform İzleme Grubu ve AB Genel Sekreterliği de insan hakları örgütlerinin resmi temaslarına olanak oluşturmuştur.
Fakat, resmi insan hakları örgütlenmelerinin ihlallerin soruşturma ve geriletilmesinde etkili olamadığı, insan hakları örgütlerinin görüş ve önerilerini yeterince dikkate alınmadığı, hükümetin görüşleriyle ters düşen kişi ve kurulların etkisiz bir hale getirilmeye çalışıldığı görülmüştür. Yukarıda da Hükümetin İnsan Hakları Danışma Kurulu’na ve İnsan Hakları Kuruluşlarına karşı tavrından örnekler vermiştik. Ayrıca, TBMM’de 260’dan fazla yasa değişikliğini gündeme gelmesine rağmen İHDK’na hiç danışma ihtiyacı duyulmamıştır.
Bu süreçte TBMM İnsan Hakları Komisyonu ve Başkanı’nın, diğer resmi kurumların aksine insan hakları savunucularının çabalarına olumlu, yararlı ve destekleyici bir tavır izlediğini belirtmeyi de bir görev sayıyoruz.
Türkiye’nin AB Üyeliği ve İnsan Hakları Kuruluşları
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI İNSAN HAKLARI DERNEĞİ
Yavuz ÖNEN Av. Yusuf ALATAŞ
Başkan Genel Başkan