İnsan Hakları Derneği 11. Olağan Genel Kurulu açılış konuşma metni

İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül'ün, 16-17 Kasım 2002 tarihleri arasında yapılan İnsan Hakları Derneği 11. Olağan Genel Kurulu açılış konuşma metni

Sayın Divan Başkanı,
Değerli Konuklar,
Değerli Basın Mensupları,
Sevgili Delege Arkadaşlarım,

İnsan Hakları Derneği, iki yıl önceki 10. Olağan Genel Kurulu'nu 15-16 Ekim 2000 tarihinde gerçekleştirmişti. Bugün 11. Olağan Genel Kurulumuzu, dünyada özellikle 11 Eylül'ün ardından egemen kılınmak istenen "güvenlikçi" bakış açısının yarattığı ağır baskı ortamında gerçekleştirmekteyiz.

Güvenlikçi bakış açısı, gerçekte özgürlüğü reddeden bir bakış açısıdır. İnsanların güvenliğinin sağlanması değil, devlet mekanizmalarının özgür insan karşısındaki yetkilerinin arttırılması perspektifi ile gündeme getirilmektedir. Ancak bu bakış açısı, diğer yandan propagandasını da, "özgürlük" ilkesine dayandırmaktadır. O nedenle çok sık bir biçimde "özgürlükler için savaşılacağı" argümanını kullanmaktadır. İnsanların özgürlüklerinin sınırlandırılmasını ve kısıtlanmasını, gerçekte onların "iyiliği" için alınan önlemler olarak açıklamaktadır. Bu egemen kılınmak istenen eğilim doğrultusunda, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde, "terörizmle mücadele" adı altında insanların özgürlükleri yasa ve uygulamalarla sınırlandırılmaktadır. Uygulamada en çok "yabancı" diye nitelendirilen insanlar, göçmenler, mülteciler ve bunlar arasında da özellikle dinsel inanç itibariyle Müslüman toplumlara aidiyeti söz konusu olanlar "kuşkulu insan" muamelesine maruz bırakılıyorlar. Geçen yıl, 29 Ekim 2001'de Pakistan asıllı İngiliz yazar Tarık Ali'nin Almanya'da gözaltına alınması ve karşılaştığı polis muamelesi; iki ay önce Amerika'ya New York üzerinden giriş yapmak isteyen İnsan Hakları Derneği kurucularından, uluslararası ilişkiler uzmanı Doç.Dr.Haluk Gerger'in ABD'ye girişine izin verilmemesi ve karşılaştığı muamele düşündürücü örneklerdir.

Ancak yine de, bu güvenlikçi bakış açısına sahip yeni eğilim sahiplerinin, eğilimlerinin kalıcı olamayacağına dair de güçlü veriler bulunmaktadır. Dünya demokratik kamuoyu ve özellikle Amerikan ve Avrupa halkları bu yeni eğilime şiddetle karşı çıkıyorlar. "Terörizmle mücadele" adı altında uygulanan yeni politikaya ve bu gerekçe ile çıkarılmak istenen yasa ve uygulamalara ve savaşlara, en çok da, Amerikan ve Avrupa halkları ilk ve ciddi tepkilerini ortaya koyuyorlar. Afganistan operasyonuna ve esirlere yapılan muameleye; Filistin'in İsrail tarafından işgaline ve Yaser Arafat'ın kuşatılmasına ve nihayet Irak'a yönelik savaş senaryolarına büyük kitlelerin katılımı ile tepkiler işte bu ülkelerin halklarından geliyor. İnsan hakları savunucularını umutlandıran, cesaretlendiren de, insan hakları hukukuna aykırı politika üreten kendi hükümetlerine karşı alınan bu demokratik tavır alışlardır. Dünya halklarının dayanışmasıdır. Savaşa ve şiddet politikasına dünyanın her yerinde halkların ortak tepkisinin varlığıdır.

Değerli konuklar, değerli delege arkadaşlarım,

İnsan Hakları Derneği, savaş karşıtı bir politika izlemektedir. Bu çerçevede Irak'a yönelik savaş olasılığı karşısında da tavır almaktadır. Çeşitli ülkelerin ve en başta ABD'nin dünyanın petrol ve enerji kaynaklarının yoğunlaştığı bölgelerle ilgili geliştirdiği yeni nüfuz alanları yaratma, pekiştirme ve bunun için de güç kullanma politikalarına karşı çıkıyoruz. Aynı şekilde ABD'nin İsrail'in hukuk tanımaz uygulamalarına desteğine ve İsrail'in Filistin halkına uyguladığı zulme karşı çıkıyoruz. Burada bir kez daha belirtmek isteriz ki, devletler ya da devletler dışındaki siyasal organizasyonların sivil halka yönelik eylemlerine karşı çıktık ve karşı çıkmaya devam edeceğiz. Adalet, sivillere şiddet uygulamak suretiyle gerçekleşemez. Bu bağlamda hemen çok önemli bir gelişmeye de işaret etmek isteriz. Bilindiği gibi Uluslararası Ceza Mahkemesi gerçekleştirmiştir. Mahkeme fikri ve kuruluşunun gerçekleşmesinde insan hakları savunucularının olağanüstü katkıları bulunmaktadır. Mahkemenin statüsünü onaylamayan ülkelerin ve bu arada Türkiye'nin Mahkemenin statüsünü onaylamasını istiyoruz.

Sorunları şiddet uygulamak suretiyle çözmek yerine, ülkeler ve halklar arasında giderek artan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için çalışmak gerekir.Yoksulluğun önlenmesi için çalışmak ve yeni stratejiler üretmek gerekir. Yeryüzünün adalete ihtiyacı var. Bu adalet yalnızca devletlerin hukuksal eşitliği ilkesinin kabulü ile sağlanamaz. Sözünü ettiğimiz, dünyada üretilen mal ve hizmetlerin bölüşümündeki adalettir. Dikkat çekmek istediğimiz konu, insanların açlıktan kitlesel biçimde ölümleridir. Yeryüzünde milyarlarca insanın sağlık ve eğitim hizmetlerinden yoksun bırakılma olgusudur. Daha adil ve eşitlikçi, özgürlükçü bir dünyanın yaratılabileceğine inanıyoruz. Mevcut durumun, Birleşmiş Milletler ideali ile çeliştiği, ulusal-üstü insan hakları belgelerine aykırı olarak insan hakları ve temel özgürlüklerden milyarlarca insanın yararlanamadığı açıktır. Biz insan hakları aktivistleri işte bu durumun değişmesini istiyoruz. Daha özgürlükçü, eşitlikçi, insan onuruna saygının egemen olduğu bir dünyayı talep etmekte haklıyız.

Değerli konuklar, değerli delege arkadaşlarım,

Son bir yıl içerisinde, 57. hükümet döneminde, yoğun bir yasama faaliyeti gözlendi. İnsan hakları ve özgürlükleri alanında, 3 Ekim 2001'de Anayasanın 34 maddesinin değiştirilmesi, Medeni Kanun'un tümüyle değiştirilmesi, 6 Şubat 2002, 26 Mart 2002 ve 3 Ağustos 2002'de üç ayrı paket halinde çeşitli kanunlarda değişiklikler bu dönemde kabul edildi.

Yönetimde olduğumuz dönemde Türkiye iki önemli ekonomik ve mali krizi, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerini yaşadı. İki milyondan fazla kişi işini kaybetti. Kişi başına ulusal gelir yüzde elli oranında azaldı. Yoksullaşma süreci hızlandı. IMF politikalarına bağımlı yeni ekonomi politikaları uygulandı. Kamuoyunda "15 günde 15 yasa" olarak bilinen yasalar çıkarıldı. Tarım sektörünü ve tarımda çalışanları derinden etkileyecek olan, Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi yasalar çıkarıldı. Bu büyük mali kriz dönemi ile paralel olarak yukarıda sözünü ettiğimiz tarihlerde kişisel ve siyasal haklar alanında çeşitli yasalarda değişiklikler yapıldı.

3 Ağustos değişiklikleri ile ölüm cezası savaş ve yakın savaş halleri dışında tüm suçlarda kaldırıldı. Ölüm cezasının kaldırılması olağanüstü önemde bir gelişmedir. İkinci önemli açılım ise, Türkçe dışında konuşulan dillerle ilgili yasal değişikliklerdir. Bu konudaki değişiklikler ve uygulaması bugün için tatmin edici bulunmayabilir. Ancak, farklılıkları reddeden bir anayasal ve yasal çerçeveden, yasakların yasayla kaldırıldığı yalnızca yasağın kaldırılması değil, tatmin edici olmasa da hakkın kullanımını yasal güvence altına alan bir gelişme yaşandı. Bunlar bir dilin öğrenilmesi ve o dilde radyo ve televizyonlarda yayın yapılmasıyla ilgili düzenlemelerdir.Bu iki alandaki uygulamaları hep birlikte izleyeceğiz. Dil yasağına ilişkin düzenlemeler örneğin nasıl Lozan Barış Antlaşmasına aykırı ise ve fakat sürdürülmüşse; cemaat vakıflarıyla ilgili düzenlemeler de hem Lozan barış antlaşması hükümlerine hem de anayasanın eşitlik ilkesine aykırı düşmektedir. Farklı dine mensup yurttaşlarımızın kişisel olarak mülk edinmeleri nasıl mümkün ve doğalsa, bu inançta olan yurttaşlarımızın oluşturduğu vakıfların mülk edinmeleri de tıpkı diğer vakıflara uygulanan hukuksal düzenlemelere tabi olmalıdır. Kaldı ki, yasanın uygulamasını sağlayacak yönetmelikte, yasanın kapsamı daraltılmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin iç hukukta sonuç doğurması konusundaki düzenlemeler de uygulama açısından, öngörülen prosedürün zorluğu nedeniyle tatmin edici değildir.

Türk Ceza Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Dernekler Yasası ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'nda yapılan değişiklikler ilgili alanlardaki hakların kullanımını kolaylaştırıcı ve özünü demokratikleştirici değişiklikler değildir. Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası'nda yapılan değişikliklerin polisin yetkisine bir sınırlama getirdiği söylenemez. Yasadaki fıkraların yerlerinin değiştirilmesinin, bazı fıkraların birleştirilmesinin ya da aynı anlama gelecek farklı sözcüklerin kullanılmasının özü değiştirmeyeceği açıktır. Anayasa'da gözaltı süresinin dört günle sınırlandırılması olumlu olmakla birlikte, DGM kapsamındaki suçlarda ilk 48 saat avukatın hukuksal yardımından yararlanma ve görüşme olanağının tanınmaması kabul edilemez. Esasen İHD, DGM'lerin kaldırılmasını savunmaktadır. Ayrıca 48 saatten sonraki prosedürde, CMUK'dan farklı olarak sanığa avukatıyla görüşme hakkı tanınmaktadır. Oysa sorun sanığın avukatıyla görüşmesi değil, avukatın hukuksal yardımından yararlanması sorunudur. Bu da ifade almada avukatın zanlının yanında olmasıyla olanaklıdır. Gözaltı süresinin olağanüstü hal uygulanan bölgede üç gün daha uzatılması istendiğinde zanlıyı yargıcın görmesi ve dinlemesi çok önemli olmakla birlikte, 7 günlük sürenin varlığı başlı başına bir sorundur. İşkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ile adil yargılanma hakkını ilgilendiren belirtilen konulardaki düzenlemelerin tümüyle yeniden ele alınması zorunludur. İHD olarak kurumlaştırılmış gözaltı uygulamasına tümüyle karşı çıkıyoruz.

Değerli konuklar, sevgili arkadaşlar,

Kimi zaman Anayasa'ya, kimi zaman da Avrupa Birliği sürecine uyum yasaları diye nitelendirilen yasaların ve çoğu yönetmeliklerin içerikleriyle ve hemen hemen her maddesi ile ilgili analitik çalışmamızı yaptık ve kamuoyunun bilgisine sunduk.

İHD, her zamanki gibi, yalnızca normatif düzenlemeleri analiz etmekle yetinmedi. Yaygın örgütlülüğünün ve bizzat hakları ihlal edilenlerle yüz yüze gelmenin sağladığı avantajla, uygulamada insan haklarının durumu ile ilgili olarak da raporlarını açıkladı.Türkiye'de işkence, hala yaygın ve sistematik olarak uygulanmaktadır.Bu konudaki önlemleri, eğitsel,idari,yargısal ve yasal olmak üzere dört ana başlık altında toplayabiliriz.Bunların ötesinde işkencenin önlenmesi için, güçlü, kamuoyuna açıklanmış ve kararlılık içeren politik iradeye ihtiyaç bulunmaktadır."İşkence münferittir" yolundaki açıklamalar, sorunu polisin yalnızca eğitimsizliğine bağlayan değerlendirmelerle bu sorun aşılamaz. 2002 yılının ilk 6 ayında diğer yıllardaki gibi işkence vakaları kayıtlarımıza geçti ve sayı 381'i buldu.

İnsan haklarının korunması, yalnızca yasaların değiştirilmesi yoluyla sağlanamaz.Hakların ve özgürlüklerin yasal güvence altında olması elbette tartışılamaz.Ancak uygulayıcıların yaklaşımı çok önemlidir. TBMM'de yasa tasarıları görüşülürken görüşmeler televizyonlardan naklen yayımlanıyor ve tüm yurttaşların bilgi sahibi olmaları sağlanıyor.Tüm yetkililer, örneğin TCK'nun 312. maddesindeki değişiklik tasarısı ile ilgili olarak, yurttaşların ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletmek için bu yasa tasarısının hazırlandığını açıklıyorlardı. Yurttaşların ifade özgürlüğünün sınırları genişlesin diye çıkarılan yasayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, büyük bir değerlendirme hatası ile, kendi yetki alanlarının genişlemesi olarak anlamakta ve değerlendirmektedir. Dolayısıyla, insan hakları ve temel özgürlüklere olan bu yaklaşım farklılığı insan hakları sorunlarının da kaynağını oluşturmaktadır.Özellikle ifade özgürlüğü alanındaki soruşturma ve dava sayısındaki patlama, rastlantısal değil, doğrudan zihniyetle, konuya bakış açısıyla ilgilidir. Bu konuda 2002 yılının ilk 6 ayında 2260 kişi hakkında dava açıldığını hatırlatalım. Ayrıca TCK'nun 169. maddesi çok yoğun bir biçimde düşüncelerini açıklayanlara uygulanmaktadır. Bu durum hukukun zorlanmasıdır.

Türkiye, ne 12 Eylül askeri darbesinin çizdiği militer, etnik,dilsel,dinsel ve kültürel farklılığı reddeden monist- otoriter anayasal ve yasal çerçeveyi aşabilmiştir, ne de bu nitelikteki zihniyeti. Dolayısıyla Türkiye'yi demokratik ve laik bir ülke olarak nitelemenin olanağı bulunmamaktadır.Türkiye hem zorunlu din dersleri ile, hem tek bir dinin tek bir mezhebi konusunda hizmet üretmek konusunda yapılandırdığı Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu ile laiklik ilkesine aykırı davranmaktadır. Öyle ki, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın anayasal konumu siyasi partiler açısından tartışma yasağı kapsamına alınmıştır. Dolayısıyla model laik bir model değildir. Örtülü olarak devlet dininin varlığından söz etmek olanaklıdır.Türkiye toplumu, çoğulcu etnik, dilsel,dinsel ve kültürel özelliğe sahiptir. Bu özellikle çelişir tarzda, devlet dinler ve inançlar konusunda yapısal olarak ve uygulamada taraf tutmaktadır. Bu durum aynı zamanda ayrımcı bir uygulamaya tekabül etmektedir. Örnek olarak vermek gerekirse, Alevi inancı, öğretisi ve kültürü fiilen vardır, yaşamakta ve yaşatılmaktadır. Fakat hukuk sistemi tarafından yok sayılmaktadır. Dolayısıyla hukuksal güvence altında değildir.

Demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkesi açısından da işaret etmek istediğimiz birkaç konu var: Türkiye'de sivil otoritenin üstünlüğü ilkesi ile çelişir yapılanma ve uygulama söz konusudur. Milli Güvenlik Kurulu'nun anayasal bir organ olarak yapılandırılması ve halkın oylarıyla seçilip ülkeyi yönetme yetkisini taşıyanların eşit oy hakkıyla bir kurulda yer alması demokrasinin ruhuyla çelişmektedir.Dünyada yargısı bağımsızlık ve yargıçlık güvencesi açısından zaaf içinde olup da demokratik bir ülke olarak nitelenen bir ülke bulunmamaktadır.İnsan hakları, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi hukuk yoluyla korunur.Hukuk yoluyla koruma, salt yasama çalışmasından ibaret değildir.Bu konuda yargısal koruma en önemli güvencedir. 57. hükümet, hukukun üstünlüğü alanında, Avukatlık Yasası hariç, taahhütlerinin hiçbirisini yerine getirmemiştir. Türkiye yargısı, Yargıtay Başkanı'nın 5 Eylül 2002 tarihinde yeni adli yılın başlaması nedeniyle düzenlenen törende yaptığı konuşmada değindiği gibi, bağımsızlık sorunuyla karşı karşıyadır. Anayasa ve kurucu yasasıyla Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, içinde yürütmeyi barındıran, sekreterya ve bütçe olanakları bakımından yürütmeye bağımlı bir kurul halindedir. DGM'ler hala varlığını sürdürmektedir. Sivil yargı-askeri yargı ikiliği varlığını sürdürmektedir. Siviller hala askeri mahkemelerde yargılanmaktadır. Dolayısıyla hukukun üstünlüğü ilkesi yaşam bulamamaktadır. Bu ise, doğrudan insan haklarının korunmasında sorun yaratmaktadır.

Değerli konuklar, sevgili delege arkadaşlarım,

İnsan Hakları Derneği, öteden beri şöyle bir saptama ve değerlendirmede bulunmaktaydı. Türkiye'nin temel sorunu insan hakları ve demokrasi sorunudur. Bu sorunun yani insan hakları ve demokrasi sorununun en önemli halkası ise Kürt sorunudur. Bu bakış açısı, Türkiye'nin demokratik standartları yüksek bir ülke olmasını merkezine alan bir bakış açısıydı. Bu saptamamız değişmemiştir. Türkiye toplumu yüksek sesle, yüksek standartlı bir demokrasiyi talep etmektedir.

Türkiye'nin bir bölgesi, Güneydoğu Anadolu bölgesi, tam 24 yıldır olağanüstü yönetim usulleri ile yönetilmektedir. Temel hak ve özgürlükler Anayasa'ya aykırı olarak kararnamelerle düzenlenebilmektedir. Kararnameler Meclise sunulmamaktadır. OHAL'in kaldırıldığı yerler, Anayasa'da böyle bir statü olmadığı halde, mücavir il statüsü adı altında fiilen olağanüstü yönetim usulü ile yönetilmektedir. OHAL'i tümüyle kaldırıp, Türkiye'nin her yerinde olağan ve demokratik bir yönetim tarzına geçilmesi gerekirken, basına yansıyan ve henüz teyid edilmemiş ve fakat tekzip de edilmemiş haberlere göre, "koordinatör valilik" adıyla, mevcut yönetim modelinin yetkileriyle birlikte aynen devam ettirileceği, ikili hukuk sistemi ve uygulamasından ve ikili yönetim modelinden vazgeçilmeyeceği anlaşılmaktadır. İHD buna da karşı çıkmaktadır. Türkiye'nin her yerinde, tüm yurttaşlarımız için, eşit hak ve özgürlükler istiyoruz. Ne coğrafi farklılıklar, kültürel farklılıklar, ne de etnik köken, dil ve din farklılıkları farklı hukuksal düzenlemeleri gerektirir. Tüm yurttaşların farklılıklarının meşruiyetine saygı temeldir. Tüm yurttaşların tüm insan hakları ve özgürlüklerine hukuksal ve eylemli olarak sahip olmaları temeldir.

Güneydoğu'da 15 yıl süren çatışma döneminin sonunda bildiğiniz gibi, 3688 köy boşaltılmıştı ve sonucunda 3 milyonun üstünde insan yerinden edilmişti. 9 Mayıs 2000 tarihinde, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği koordinatörlüğünde, 107 maddelik güneydoğu eylem planı hazırlandı. Kadrosu ve bütçesi gizli bu plan yürürlüğe kondu. Ekim 2002 itibariyle OHAL Valisinin açıklamasına göre, 51bin kişi köylerine göç etti. Resmi açıklamalarda zorla yerinden edilenlerin sayısı 500 bin olarak verilmektedir. Bu sonuç bile henüz yüzde 10 nüfusun bile geri dönüşünün sağlanamadığını göstermektedir. Oysa zorunlu göç, temel insan haklarını ihlal eden bir uygulama idi. Bununla ilgili olarak alınması gerekli önlemler, açık, halk katılımına dayalı, bölgesel ölçekli kalkınma ve gelişme planlarını da içeren, koruculuğu ve mevcut olağandışı yönetim modellerini ortadan kaldıran, insan hakları ve özgürlükçü yaklaşımlar temelinde olmalıydı. Köye güvenli dönüş özendirilmeli, her tür tazminatlar mağdurlara ödenmeli ve maddi açıdan destekleyici önlemler alınmalıydı. Bu alanda olumlu hiçbir gelişme yaşanmadı. Tersine, tehdit ve cinayetler işlendi.

OHAL bölgesinde yaygın bir biçimde Nüfus Yasası gerekçe gösterilerek, isim yasağı uygulaması yaşandı. Oysa konuyla ilgili Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun konuyla ilgili muhtelif ve özgürlükçü yorum kararları bulunmaktaydı.Bir annenin-babanın çocuğuna isim koyma hakkının engellenmesi kabul edilemez bir uygulamadır.

Çalışma dönemimizin son bir yılında üniversitelerde Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması için 11 binin üzerinde dilekçe verildi. Binin üzerinde üniversite öğrencisi ve velisi gözaltına alındı, tutuklandı. Yüzlerce öğrenci üniversitelerden uzaklaştırma cezalarına çarptırıldı. Bize göre gözaltılar, tutuklamalar hukuka aykırı idi. Aynı şekilde bu yılın başından itibaren İstanbul'da özellikle imam hatip lisesi öğrencileri, 13-14 yaşındaki çocuklar, kelepçe ve gözaltı uygulamasına maruz bırakıldılar. O yaştaki çocuklar, "şeriatçı" görüşlerin militanı olarak nitelendirildiler. 336'sının okuma hakları ellerinden alındı. 2 binin üzerinde öğrenci ve veli gözaltına alındı.

Bu dönemde, sendikal haklarını kullanan on binlerce KESK üyesi hakkında davalar açıldı; sürgünlere gönderildi.

Değerli konuklar, sevgili delege arkadaşlarım,

İki yıl önceki 10. Olağan Genel Kurulumuzu gerçekleştirdikten 5 gün sonra, 20 Ekim 2000 tarihinde, dünya cezaevleri tarihine en uzun süreli açlık grevi ve ölüm orucu eylemi olarak geçecek bir süreç başladı. İHD'nin Genel Merkez ve şubeleri olarak, eylemlerin başlamasından sonraki her aşamada, tecrit sorununun çözümü için ve F tipi cezaevlerinin kullanıma açılmaması için gerçekleştirdiği eylemler, girişimler aralıksız sürdü. Bu girişim ve etkinlikleri kimi kez kendi eylem ve girişimlerimiz, kimi kez de merkezde ve şubelerimizde oluşturulan platformlardaki demokratik kitle örgütleriyle gerçekleştirdik. Yurt içinde ve dışında, siyasi partiler, uluslar arası insan hakları örgütleri ve işkenceyi önleme komitesi ile temaslarda bulunduk. Konuya duyarlılığı sağlamak ve kamuoyu oluşturmak için her tür yöntemi denedik. Ancak ne yazık ki, ne 19 Aralık 2000 tarihinde 32 kişinin yaşamına mal olan operasyonu ne de sonraki süreçte cezaevlerinde ve dışarıda devam eden ölüm oruçlarındaki 69 can kaybını önleyebildik. Adalet Bakanlığı ve siyasal iktidar, F tipi cezaevleri konusunda,"devlet politikası" oluşturulduğu argümanının arkasına sığındı. Yurttaşa rağmen, onun özlem ve istemlerine aykırı "devlet politikaları" nasıl oluşturuluyorsa, bu politika da öyle oluşturuldu.Ve biz hem İHD olarak hem de demokratik kitle örgütleri ve konuya duyarlı siyasi partiler olarak değiştiremedik bu politikayı. Öyle anlaşılıyor ki, tecrite karşı daha uzun yıllar, sistemli, düzenli uzun soluklu ve insan hakları örgütleri ile demokratik kitle örgütlerinin dayanışma içersinde sürdürmesi gerekli bir mücadele bizleri beklemektedir. Konunun tartışılması, haber üretimi mahkeme kararları ile yasaklandı bu süreçte. Yazı yazan, haber yapan gazeteciler hakkında davalar açıldı. Türk Tabipler Birliği ve Tüm Yargı Sen yöneticileri yargılandı. Tüm Yargı Sen kapatıldı. İstanbul Barosu hakkında soruşturma başlatıldı. İHD'nin 6 şubesi birden kapatıldı. İstanbul ve Ankara Şubeleri basıldı.Yöneticileri hakkında davalar açıldı. İHD Genel merkezi pek çok kez çevik kuvvet ablukası alındı. İHD'nin ve diğer demokratik kitle örgütlerinin pek çok üyesi, tutuklu yakını bu süreçte gözaltına alındı, tutuklandı. İstanbul Şube Başkanımız, Kiraz Biçici, 19 aralık operasyonunu "katliam" olarak nitelendirdiği için TCK'nun 169. maddesine dayanılarak yasadışı silahlı örgüte yardım etme suçuyla DGM'de yargılandı ve 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasıyla cezalandırıldı.

İHD, tecritin kaldırılmasını istemektedir. Cezaevlerinde insan onuruna uygun koşulların sağlanması için mücadele etmeye de kararlıdır.

Son iki yılın İHD'ye yönelik baskı türündeki değişime de dikkat çekmek isterim. İHD hakkında 14 yılda açılan toplam dava sayısı 300 iken, yalnızca son iki yılda açılan dava sayısı 437'ye ulaşmıştır. Dünyada, 14 yöneticisi ve üyesi öldürülen, genel başkanı genel merkezinde öldürülmek istenen, bazı medya gruplarının, para militer grupların ve resmi kurumların topyekün saldırısına uğrayan bir başka insan hakları örgütüne az rastlanır. Son iki yıldaki baskı türündeki değişiklik kendisini yargı baskısı olarak ifade ediyor.

Değerli konuklar, sevgili delege arkadaşlarım,

Siyasi yasaklar, dil yasakları, ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar ve baraj engelleriyle örülmüş bir genel milletvekili seçimi süreci yaşadık.

Seçimler öncesinde 18 siyasi partinin seçim bildirgelerini analiz ettik ve görüş ve istemlerimizi kamuoyunun bilgisine sunduk. Şu anda insan hakları ve temel özgürlükler konusunda ilgi 12 Aralık 2002 tarihinde AB'nin Kopenhag zirvesinde alınacak karara yöneldi. Devlet organları, çeşitli siyasi partiler, sayıları 200 aşan sivil toplum örgütleriyle girişim başlattılar. Tüm bu kesimlerin söyleminin ve ilgisinin müzakere tarihinin alınmasına odaklandığını saptamak olanaklı.

İHD olarak 28 Ekim 1999 tarihinde gerçekleştirdiğimiz 9. Olağan Genel Kurulunda alınan kararımız doğrultusunda hareket etmekteyiz. Bu çerçevede, devlet organlarının, kamuoyunu yanıltıcı bir şekilde dile getirdiği ve çeşitli çevrelerin de koro halinde tekrarladığı söyleme gerçek dışı olduğu için karşı çıkıyoruz. Bu söylem, Türkiye'nin "üstlendiği yükümlülükleri yerine getirdiği" şeklindedir. İHD, Türkiye'nin açıkladığı Ulusal Programı ve çıkarılan yasaları analiz etmiş ve bir liste halinde kamuoyuna – gerçekleştirilmeyenleri, gerçekleştirilen değişiklikleri ve eksiklikleri, değiştirildiği halde özde değişiklikler içermeyen konuları- açıklamıştır. Dolayısıyla Türkiye'nin yükümlülüklerini yerine getirdiği iddiası içi boş bir söylemdir. Birinci konu budur.İkinci konu yapılan değişikliklerle Türkiye'nin demokratik bir ülke haline gelmediğidir. Bizzat Anayasa,seçim ve siyasi parti mevzuatı ile seçimlerde en yüksek oyu almış olan partinin genel başkanının siyasi yasaklı olarak seçimlere girmiş olması, Türkiye'de nasıl bir demokrasinin geçerli olduğunu göstermektedir. Üçüncüsü, uygulamadır ve uygulamada üç yıl öncesine göre belli başlı hak kategorilerinde bir iyileşmeden söz etmek olanaklı değildir. Dördüncüsü, Türkiye yönetici eliti, demokrasiyi içselleştirmemiştir. AB ile ilişkilerinde de kendi yurttaşlarının hak ve özgürlüğünün sınırını pazarlık konusu yapmaktadır. Bu utanç verici tarza ortak olamayız. Ancak bu saptamamızın sonuçları bulunmaktadır. Beşincisi Türkiye yönetici eliti, müzakere tarihi almayı devletin politik kazanımı olarak değerlendirmektedir. Altıncısı insan hakları ve özgürlüklerinin sınırını da devletin dış politikasının ihtiyacı ve gerektirdiklerinin bir parçası olarak ele almaktadır.

İHD, Türkiye-AB ilişkilerinden bağımsız olarak insan hak ve özgürlüklerini talep etmekte ve kazanmak için mücadele etmektedir.AB Türkiye ilişkilerinde, özellikle insan hakları ve temel özgürlükleri konusunda, Türkiye yönetici elitini harekete geçiren saikin AB süreci olduğu görülmektedir. Ancak biz, insan hakları ve özgürlüklerini, ithalata ya da ihracata konu olan bir meta olarak görmüyoruz. İHD, iç dinamiklerin tayin edici rolüne inanıyor. O nedenle enerjisini somut insan hakları ve özgürlükleri durumunu saptamaya, ihlalleri önlemeye ve insan haklarını geliştirmeye yoğunlaştırıyor.

Yukarıda belirtildiği gibi, tarih ve takvim verilmesi ya da verilmemesine göre şekillenecek bir demokratikleşme programı yaklaşımını reddediyoruz. Saik ne olursa olsun, her şart altında insan hakları ve özgürlüklerini talep ettik ve talep etmeye devam edeceğiz. İHD olarak biz, sürecin tüm aktörlerini, insan hakları ve temel özgürlüklerini geliştirme temel politikasını izlemeye ve insan hakları ve özgürlüklerini yaşama geçirmeye davet ediyoruz.

Değerli konuklar, sevgili arkadaşlarım,

Türkiye insan hakları hareketi, dünyadaki insan hakları mücadelesinde olduğu gibi, büyük emek ve bedeller ödeyerek ilerlemektedir. İHD'ye gönüllü olarak sunduğumuz emeklerimiz, kesinlikle ürünlerini, özgürlük, eşitlik, barış, demokrasi olarak verecektir. Bu konuda katkı sunan herkese teşekkür ederiz.Bu çalışma döneminde yitirdiğimiz kurucularımızdan Haldun Özen'i, Onur Kurulu üyelerimiz Ayşenur Zarakolu ve Nebahat Altıok'u, İstanbul Şubemiz üyelerinden Gülizar Çağlayan, Baba Ocak ve Abdülkadir Akbaba'yı, Diyarbakır Şubemiz üyelerinden üyemiz Nevzat Eren'i, Muğla eski Şube Başkanımız İsmet Ünür'ü ve Ankara Şubemizin üyesi tutuklu annesi Nurşen Meriç'i sevgiyle anıyorum.

Genel Kurulumuza katılan tüm konuklarımıza ve siz sevgili delege arkadaşlarıma, Genel Yönetim Kurulumuz adına saygılarımı sunuyorum.

Hüsnü Öndül
İHD Genel Başkanı

Bir cevap yazın