Basın Açıklamasının Fotoğraflarına Buradan Ulaşabilirsiniz |
1980 askeri darbesinin yarattığı vesayet sisteminde kısmi bir demokratikleşme imkânı yaratan Anayasa değişiklikleri 7 Mayıs 2010 tarihi itibariyle TBMM’de kabul edildi ve Yüksek Seçim Kurulu’nun yorum/kararıyla da, 12 Eylül 2010 günü yapılması öngörülen referandumla halkın onayına sunuldu.
Yapılan değişiklikler, her ne kadar demokratikleşme açısından yetersiz de olsa, hiç değilse bir darbe anayasasından uzaklaşma imkânına zemin hazırlamakta; yargı kurumları, bir seçkinler egemenliğinden kurtarılmakta, kısmen de olsa farklı toplumsal renklerin yargıya yansıtılması imkânı yaratılmaktadır. Darbecilere karşı yargı yolu açılmakta, yargının da darbeyle ve darbecilerle kader ortaklığına son verilmektedir.
Avrupa Birliği tarafından da olumlu karşılanan değişikliklere karşı çıkan değişim karşıtı siyasi ve bürokratik iktidar odakları, yapılan değişikliklerin Anayasanın değiştirilemez ilkeleriyle çatışmalı olduğunu ileri sürmekte, bütün imkânlarını seferber ederek statükonun korunması için her çareye başvurmakta; bu çabalarını, öncelikle de askeri darbeler karşısında anayasaya ve demokrasiye sahip çıkmak yerine genellikle sessiz ve itaatkâr bir tutum benimsemeyi tercih eden Anayasa Mahkemesi eliyle gerçekleştirmeye çalışmaktalar.
Ne var ki, bir anayasanın kendisinin demokrasi ve hukuk devletiyle çatışmalı olmasının, Anayasa Mahkemesinin de demokrasi-darbe ikileminde darbeden yana bir tercihte bulunduğu anlamına geleceği dikkate alınmamaktadır.
1970’li yıllarda aldığı bazı kararlardaki anayasa ihlallerine karşı bir tepki olarak, dönemin Büyük Millet Meclisi tarafından Anayasa Mahkemesinin esas denetimi yapmasının yasaklanmış olduğu, biçim denetiminin sınırlandırıldığı ve Anayasa’nın 148. maddesinde de yer alan bu açık durum görmezden gelinmek istenmektedir.
Anayasa Mahkemesinin hangi gerekçeyle olursa olsun esas denetimine başvurması, ağır bir Anayasa ihlali olacaktır. Bu, aynı zamanda parlamento iradesinin gasp edilmesi anlamına geleceği gibi, yasal yollarla demokratikleşme ümitlerinin tüketilmesi anlamına da gelecektir. Esas denetimi sonucu ortaya çıkacak bir Anayasa Mahkemesi kararının ise hukuken hiçbir geçerliliğinin olmayacağı açıktır.
Anayasa Mahkemesinin kendi kararında ifade ettiği gibi “Anayasanın öngördüğü yasama, yürütme, yargı organları ile bunların alt birimlerinin asli kurucu iktidarın yarattığı ‘hukuksal otorite’ sınırları içinde hareket etmeleri, işlem ve eylemlerinin hukuksal geçerlilik kazanabilmesinin önkoşuludur.”
Anayasa Mahkemesi, değişiklikler için iptal ya da yürütmeyi durdurma kararı vermek suretiyle ortaya çıkacak durumun siyasal sorumluluğunu üzerine almamalı; referandum yoluyla tecelli edecek yurttaş iradesinin açığa çıkmasını engelleyen bir kurum olmamalıdır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 10. ve 42. maddeleriyle ilgili kararında, Anayasa’nın 148. maddesindeki “teklif çoğunluğu” ifadesini “teklif şartı” ifadesine dönüştürmüş, gerekçesini de bu şekilde oluşturmuştur. Böylesi bir yaklaşımla meşru içtihatlar inşa edilemeyeceği gibi, daha önce yapılan bir anayasa ihlalinin de, sonraki ihlaller için bir karine oluşturamayacağı bilinmelidir.
Anayasa yapımı siyasal bir sorundur. Anayasa Mahkemesi özgürlüklerden ve demokrasiden yana bir tavır göstermeli; Anayasanın 90. maddesinin ruhuna uygun davranmalı; halkın, kendi geleceğine ilişkin karar vermesi hakkına saygı duymalıdır. Siyasal sorunların çözüm merciinin ise mahkemeler değil, özgür genel seçimler ve halk olduğu gerçeği dikkate alınmalıdır.
TBMM ise, sadece anayasa değişiklikleriyle yetinmemeli; bunu, demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak görmeli; önümüzdeki dönemde demokratikleşme için gerekli adımları süratle atmalıdır.
Darbe geleneklerinin ve ötekileştirme politikalarının bir sonucu olan Özel Yetkili ve görevli ağır ceza mahkemelerinin yarattığı sorunları, hukuka aykırı ve haksız tutuklama pratiklerini, keza kanunla ihtilafa düşen çocukların yargılanmalarına ilişkin hukuka aykırı uygulamaların doğurduğu sonuçları bu süreçte ivedi bir şekilde çözüme kavuşturarak sonlandırmalı, toplumsal barışa katkı sağlamalıdır.
Keza bu süreçte yargıda demokratikleşmenin ve yargının siyasal bir araç olmaktan çıkarılmasının olmazsa olmaz koşulu olarak, Yargıtay, Danıştay, HSYK ve Adalet Bakanlığı’nın ilk derece mahkemeleri üzerindeki vesayetine son vermeli; yargıda hiyerarşiyi ortadan kaldırmak için gerekli yasal çalışmaları bir an önce gerçekleştirmelidir.
Katılımcı, müzakereci ve geniş bir toplumsal onaya dayanan yeni bir anayasanın gereği olarak, parlamentonun ve parlamento iradesinin daha güçlü kılınması ve bürokratik vesayet girişimlerine karşı daha kararlı bir duruş sergileyebilmesinin önünün açılabilmesi için Siyasi Partiler ve Seçim Yasaları değiştirilmelidir. Parlamentoda sadece birkaç büyük partiye temsil imkânı sağlayan ve milyonlarca yurttaşımızı tercih ve temsil hakkından mahrum bırakan mevcut seçim barajı makul bir seviyeye düşürülmeli; siyasi partilerde parti içi demokrasinin gelişmesinin önünü açacak düzenlemeler gerçekleştirilmelidir.
Unutulmamalıdır ki, yeni bir anayasa ihtiyacı hala sürmektedir.
Halkın temsilcilerinin, halkın iradesini devletin tümüne egemen kılmak için gerekli tüm demokratik adımları atmalarının zamanı gelmiştir.
Anayasa Mahkemesi ve siyasal aktörler böylesi bir imkânı heba etmemelidir.
KATILAN ÖRGÜTLER
Demokrat Yargı Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Araştırmaları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi
ÖRGÜT TEMSİLCİLERİ
Osman Can, Öztürk Türkdoğan, Ertuğrul Cenk Gürcan, Hakan Ataman, Emrullah Beytar, Levent Korkut, Feray Salman