Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair 5681 Sayılı Yasa, demokratik kitle örgütlerinin, hukukçuların ve aydınların tüm itirazlarına karşın, bir oldu bittiye getirilerek TBMMnin 02.06.2007 günlü oturumunda kabul edildi.
İlk hali 1934 yılında yürürlüğe giren ve Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu (2559 sayılı) adıyla bilinen kanun, ilerleyen yıllar içerisinde pek çok değişikliğe uğradı. Özellikle 2002 yılında AB hukukuna uyum çerçevesinde kabul edilen ikinci ve üçüncü uyum yasaları (4748 ve 4771 sayılı), Anayasanın ilgili maddeleri ile birlikte bu yasayı demokratik ve sivil haklar adına olumlu sayılabilecek yönde değiştirdi. Ancak bu düzenlemeler ile kolluk kuvvetlerinin o tarihe kadar durdurma, arama, yakalama, gözaltına alma ve güç/silah kullanımı gibi konularda insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan yetkileri her ne kadar hukuki sınırlara çekildiyse de uygulamada eski anlayışın devam ettiği, demokratik ve sivil yönde değişim hamlelerinin devletin genel yapısı ve görevlilerince içselleştirilmediği, hatta bu değişimden rahatsızlık duyulduğu gözlemlendi. Bunun en çarpıcı örneği 2004 Kasım ayında Mardinin Kızıltepe ilçesinde yaşanan Ahmet ve Uğur KAYMAZın kolluk güçlerince öldürülmesi olayında izlendi.
11 Eylül olayı ile tüm dünyada tartışılmaya başlanan devletin güvenlik ihtiyacı, giderek ABD ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülkede hukuk devleti ilkelerinin ve insan haklarının muhalifler, hatta muhalif olmasalar bile güneyliler ya da ortadoğulular için geçerli olmadığını ortaya koydu. Türkiye ise o tarihlerde Avrupa Birliğine katılım isteğinin gücü ve Kürt Sorunu bakımından geçerli olan çatışmasızlık ikliminde, bu kervana katılmamayı başarmıştı. Ne var ki, ülkenin doğusunda 1999-2004 yılları arasında süren çatışmasızlık ortamının hükümetlerce iyi değerlendirilememesi, 2004 sonrasında ülkemizde Susurluk Kazası öncesini hatırlatan olayların baş göstermesi ve ardından bütün bu olanları salt güvenlik ekseninde değerlendiren bir bakış açısı, uyum yasalarından 5 yıl sonra, kaşıkla verdiğini kepçeyle almaya başlamıştır.
Oysa Şemdinlide, Mersinde, Kızıltepede, Trabzonda, Malatyada yaşananlar, Hrant DİNK suikasti ve son olarak Ankarada patlatılan bombanın altını kalın çizgilerle çizdiği ihtiyaç devletin güvenliği değil, hukuk devletine ait mekanizmaların acil olarak işletilmeye başlanması olmalıdır. Polisin ve jandarmanın yetkilerinin meşru ve sivil haklar aleyhine genişletilmesi, Türkiyeyi bir hukuk ve huzur ülkesi haline değil, bir polis devleti ve gerilim ülkesi konumuna sokacaktır. Polisin bir yurttaşı, herhangi bir gerekçe göstermeden kimliğini ispata zorlaması, üzerini araması, durdurma adı altına fiilen gözaltına alması, suçu önleme gerekçesiyle evini basması, kaçtığı gerekçesiyle silahla vurma hakkına sahip olması, mahkeme kararı olmaksızın aramalar yapması, hiçbir şüphe belirtmeden parmak izini alması insan haklarına aykırı olduğu kadar, başta Anayasa ve Ceza Muhakemeleri Kanunu ve yürürlükteki diğer özel kanunlar ile de çelişki halindedir. Aynı zamanda yargı organını devre dışı bırakarak, yürütmeye geniş yetkiler tanıyan bu düzenleme kuvvetler ayrılığı ve dengesini açıkça bozmaktadır. Doğal olarak bu durum rejimin demokratik yönünü zayıflatacaktır. Kaldı ki, önceki uygulamalarda polisin sahip olduğu geniş yetkilerin ülkede huzuru ve güvenliği sağlamaya yetmediği ispatlanmıştır.
Şiddetin ve diğer insan hakları ihlallerinin hukuk düzenince korunması düşünülemez. Tam aksine hukuk düzeni bu tür fiilleri önlemek için bugün olduğundan daha fazla kudrete ve isteğe sahip olmalıdır; tabi kendi temel amacına ve tarihsel misyonuna ihanet etmeden… Sorun, otoriter yetkilerin demokratik haklar aleyhine genişletilmesiyle çözülemez. Bu nedenle İnsan Hakları Derneği olarak, ülkemizin huzura olan mesafesinin hukuka, demokrasiye, ekonomik adalete, barışa ve eşitliğe olan mesafesiyle aynı olduğunu düşünüyor, öncelikle Cumhurbaşkanını bu yasayı TBMMye iade etmeye çağırıyor ve yapılacak yeni düzenlemelerin saydığımız bu koşulların tesisine yönelik olmasını talep ediyoruz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ