Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent Arınç’la yapılan görüşmede sunulan metin

Sayın Başkan,

İnsan Hakları Derneği (İHD), İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin kabul ve ilan edildiği her 10 Aralık gününü bir haftalık etkinliklerle kutlamaktadır. Haftanın son gününde de, TBMM Başkanlarını ziyaretle, görüş ve istemlerini sunmaktadır.

Bu çerçevedeki ziyaretimize olanak sağladığınız için teşekkür ederiz.

Sayın Başkan,

İHD, Türkiye'nin anayasal ve yasal sisteminin demokratikleştirilmesini istemektedir.
Türkiye'nin anayasal ve yasal sisteminin demokratikleştirilmesi sorunu, birkaç yasanın birkaç maddesinin değiştirilmesi ile gerçekleşmeyecek boyuttadır. Zira anayasal ve yasal sistem, merkezinde insanın, yurttaşın bulunmadığı, devletin bulunduğu bir bakış açısıyla kurumlaşmıştır. Belirtilen durumda, insan, yurttaş, birey, hakların ve özgürlüklerin öznesi değil, nesnesi konumuna indirgenmiş olmaktadır. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, halk iradesine dayalı olmaktır. Halkın, yaşamın tüm yönlerine katılma olanağına sahip olması demektir. Oysa ülkemizde sistem, hem halkın iradesinin özgürce ortaya çıkmasına, hem de katılımına olanak tanımamaktadır. Hükümetlerden ve meclisten ayrı ve onun dışında ve üzerinde bir "devlet" kavramı, "devlet politikası" kavramları geliştirilmiştir. Herkes için bağlayıcı ve kapsayıcı olduğu belirtilen "milli siyaset"ten ve "milli siyaset belgesi"nden söz edilmektedir. Fakat bu siyaset, hükümetler ve yasama organı üyeleri tarafından yani halkın seçtiği kişiler tarafından üretilmemiştir. Bazı yüksek bürokratlar bu siyaset belgesinin bilgisine sahiptir ama, hükümetler içinde çoğu bakanlar ve yasama organı üyelerinden hiçbirisi bu siyaset belgesinin bilgisine sahip değildir. Biz yurttaşlar için Anayasa mı, yoksa hepimizin "iyiliği" için hazırlanmış, içeriğini bilmediğimiz milli siyaset belgeleri mi, "kırmızı kitaplar" mı bağlayıcı belgedir, bilmek istiyoruz?

Demokrasinin, çoğulculuk, katılımcılık ve açıklık ilkesi ne yazık ki, ülkemizde geçerli değildir. Farklı fikirler, farklı kültürler toplum hayatında vardır, ancak anayasal ve yasal sistem bu özellikleri yadsımaktadır. Halkın iradesinin özgürce ifade edilmesinde sayısız engeller bulunmaktadır. İfade özgürlüğü alanındaki sınırlamalar, yalnızca hapis cezası yaptırımından ibaret değildir. Yurttaşlar ülke yönetimine katılma haklarından da yoksun bırakılabiliyorlar. Örneğin fikirleri yüzünden hapisle cezalandırılanlar, ayrıca siyasi yasaklı hale gelebiliyor, ya da dernek ya da sendika kurucusu, üyesi olamıyorlar. Ayrıca yüzde onluk barajlarla halkın iradesinin parlamentoya yansımasına engel olunuyor.

Halkın oylarıyla ülkeyi yönetmeleri için seçilenler, anayasal ve yasal sistem gereği bu yetkilerini gerçekte iktidar ortaklığı biçiminde kullanmak durumunda kalıyorlar. Ulusal egemenlik ortak kabul etmez. Egemenlik kayıtsız şartsız millette ise, anayasal sistemin oluşturduğu ortaklık, bu ilkeye aykırıdır. Halkın iradesi ile iktidar olanların devletin yüksek bürokrasisi ile, eşit oy hakkına sahip olması söz konusu olamaz. Üstün irade ve ortaklık kabul etmez irade, halkın oylarıyla seçilenlerdedir. Belirtilen durumda, Milli Güvenlik Kurulu gibi anayasal organların demokrasi ile çeliştiği tartışma götürmez. Kadroları ve bütçesi gizli Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği gibi kurumların demokrasi teorisi ile ilişkisi de bulunmamaktadır.

İHD, demokrasiyi, demokrasinin evrensel ölçekte kabul edilmiş standartlarını savunmaktadır. Sivil otoritenin üstünlüğü ilkesi tartışma dışıdır. Dolayısıyla "bize göre demokrasi" anlayışından vazgeçilmelidir. Demokratik standartlar ile çelişen anayasal ve yasal düzenlemelerin yürürlükten kaldırılmasını istemekteyiz.

İnsan hakları iki temel güç tarafından korunur. Bunlardan birisi demokratik kamuoyu tarafından koruma ise, diğeri de, insan haklarının hukuk yoluyla korunmasıdır. İnsan haklarının hukuk yoluyla korunması, salt yasaların insan haklarına dayalı olması ile sınırlı olarak kavranamaz. Asıl hukuk yoluyla koruma, yargısal korumadır. Hukukun üstünlüğü ilkesi en başta yargı yoluyla sağlanır. Bunun için de bağımsız yargı temeldir. Sayın Yargıtay Başkanı, 5 Eylül 2002 tarihinde yeni adli yıl açılış töreninde yaptığı konuşmada, anayasal ve yasal sistemin, yargının bağımsızlığını nasıl engellediğini ve bağımsız yargı güvencesinden yurttaşlarının nasıl yoksun bırakıldığını çok açık bir biçimde ifade etmiştir. Anayasa, bağımsız bir güç olan yargının içersine, yürütmeyi sokmuş ve Adalet Bakanı'nı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun başkanı olarak nitelemiştir. Müsteşar da üyedir. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun ise, kendisine ait bir sekreteryası bulunmamaktadır. Tüm işlemleri yürütmeye, başka bir ifadeyle Adalet Bakanlığı'na bağlı birimler tarafından yerine getirilmektedir. Kurulun kendisine ait özerk bütçesi de bulunmamaktadır.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri anayasal ve yasal sistemde varlığını sürdürmektedir. Ayrıca siviller hâla olağan rejim koşullarında askeri mahkemelerde yargılanmaktadır. Pek çok Avrupa ülkesinde, savaş döneminde bile siviller sivil yargıda yargılanmakta iken, Türkiye'de, cumhuriyet döneminin yarısı sıkıyönetimle geçirildiği için ve sıkıyönetimde askeri yargı öngörüldüğü için, askeri mahkemelerde yargılamalar yapılmıştır. 57. hükümet döneminde Ulusal Program'da taahhüt edilen yargı reformu ile ilgili taahhütlerden Avukatlık Yasası hariç, hiçbiri yerine getirilmemiştir.

Sayın Başkan,

İHD, hukukun üstünlüğü ilkesini savunmaktadır. Adil yargılanma ve savunma hakkının sağlanması ve insan haklarının hukuk yoluyla korunması için ivedi önlemlerin alınmasını istemektedir.

Türkiye toplumu çoğulcu etnik ,dinsel, dilsel ve kültürel özelliklere sahiptir. Toplumun bu özelliği ile, devletin tekçi anlayışı ve bu anlayışın anayasaya ve yasalara yansıması çelişmektedir. Devletin yurttaşlarının bu özelliklerini kucaklaması gerekir. Bu ülkemiz için bir zenginliktir.

Din ve vicdan özgürlüğü alanında, anayasa hem 2. maddesi ile laik devlet ilkesine vurgu yapmakta hem de zorunlu din dersleri öngörmektedir. Anayasa hem Diyanet İşleri Başkanlığına anayasal bir organ niteliği kazandırmakta, hem de Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yasasının amaç maddesinde İslam dini ile hizmetlerde bulunmayı amaç edinmektedir. Devletin laik özelliğine vurgu yapılmakta ama resmi radyo ve televizyonlarda tek bir dinin tek bir mezhebin tek bir kolu ile ilgili yayınlar yapılmaktadır. Din, bir nevi devletleştirilmiş durumdadır. Anayasal ve yasal sistem farklı inanç yollarını tanımadığı gibi, yasaklamalar da getirmektedir. Örneğin, Alevi inancı ve kültüründen insanlarımız yok muamelesi görmektedir. Farklı din ve mezheplerden yurttaşlarımız yok muamelesi görmektedir. Laiklik ilkesi çoğu kez şekli bir nitelik kazanmaktadır. Binlerce lise ve üniversite öğrencisi, bireysel hak niteliğindeki başörtüsü sorunu nedeniyle, eğitim haklarından yoksun bırakılabilmektedir. Bu şekli laiklik algılayışı tam bir baskı ortamının ifadesi olmaktadır.

Türkçe'nin dışındaki dillerin kullanımı ile ilgili olarak da sorunlar devam etmektedir. Türkiye'de çeşitli araştırmalara göre sayısı 26-36 arasında değişen farklı dil konuşulmaktadır. İnsanların çocuklarına kendi dillerinde isim koymaları engellenmekte, yerleşim alanları ve köylerin isimleri değiştirilmektedir. Farklı dillerin öğrenilmesi ile ilgili yasaklar devam etmektedir. Dillerin öğrenilmesi ile ilgili 3 Ağustos tarihli yasanın uygulamaya geçirilmesi, yönetmelikle imkansız hale getirilmiştir. Yine farklı dillerde yayın yapılabilmesine olanak sağlayan 3 Ağustos yasalarına karşın, yine yönetmelikle bu alanda devlet tekeli yaratılmış ve yasanın öngörmediği sınırlamalar getirilmiştir. TBMM'ye ya da üniversitelere Kürtçe'nin üniversitelerde seçmeli ders olarak okutulması için verilen dilekçeler üzerine binlerce insan hakkında davalar açılmış ve pek çok üniversite öğrencisi okuldan uzaklaştırılmıştır. Dilekçe hakkının kullanımı bile yasaklanabilmiştir. Siyasi partilere ve milletvekili adaylarına da dil yasakları getirmektedir. Seçmenlerine Kürtçe hitap eden milletvekili adayları, siyasi parti genel başkanları gözaltına alınabilmiş ve haklarında davalar açılabilmiştir.

Sayın Başkan,

İHD, kültürel hakları, insan hakları olarak kavramaktadır. Bu hakların yurttaşlarımıza tanınmasını ve kullanımı ile ilgili yasakların kaldırılmasını istemekteyiz.

Ülkemizin bir bölgesi, Güneydoğu Anadolu bölgesinde, yoğun olarak Kürtler yaşamaktadır. Kürt sorunu "terör sorunu" değildir. Bölgenin yalnızca ekonomik ve sosyal sorunu bulunmamaktadır. 1978 yılı Aralık ayından beri önce sıkıyönetim, sonra olağanüstü hal yönetimi adı altında 24 yıl süren yönetim usulü sona ermiş olmakla birlikte, sorunlar devam etmektedir. 15 yıl süren silahlı çatışma dönemi son üç yıldır sona ermiş olmakla birlikte, koruculuk sistemi devam etmektedir. Bölgede, 3688 köy ve mezra boşaltılmıştır. Üç milyondan fazla nüfus göç etmek zorunda bırakılmıştır. Köye güvenli dönüş olanakları yaratılmamıştır. Resmi rakamlara göre, ancak %10'luk bir nüfus (OHAL Bölge Valisinin 30 Kasım itibariyle açıklamasına göre 51 bin kişi dönmüştür. Resmi bilgiler 500 bin civarında insanın zorunlu göç mağduru olduğunu kabul etmektedir.) köyüne dönebilmiştir. 9 Mayıs 2000 tarihinde kamuoyunun bilgi sahibi olmadığı Güneydoğu Eylem planı yürürlüğe konmuştur. Bütçesi belli olmayan ve kimin sorumluluğunda yürütüldüğü bilinmeyen 107 maddelik bu plan TBMM denetiminde de değildir. Köyüne dönmek isteyenlerden, köyünün PKK tarafından yakıldığına ilişkin beyan alınmaktadır. Bu beyanda bulunmayanlara izin verilmemektedir. Bölgeye, kapsamlı bir kalkınma-gelişme ve kültürel projeyle yaklaşılmalıdır. Bölge insanı böyle bir projenin hazırlığı dahil her aşamasına katılmalıdır. İnsan hakları ve demokrasinin merkeze alındığı, açık bir uygulama ile bölge insanına yaklaşılmalıdır. Güneydoğudaki mayınlı araziler temizlenmelidir. Koruculuk sistemi kaldırılmalıdır.

Ülkemizde ifade özgürlüğü hala koruma altında değildir. Radyo ve televizyonlar kapatılabilmekte, kitap, gazete ve dergiler toplatılmakta ve düşüncelerini basın ya da basın dışı araçlarla açıklayanlar cezalandırılabilmektedir.

İnsan hakları örgütleri yargı baskısı altında tutulmaktadır. Örneğin İHD üzerindeki yargı baskısı son iki yılda doruk noktasına ulaşmıştır. Son iki yılda Genel Merkez ve şube yöneticileri hakkında 437 dava açılmıştır. Malatya şubemiz iki yılı aşkın bir süredir kapalıdır. Genel olarak dernekler üzerinde polis baskısı sürmektedir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı hâla izinle kullanılabilen bir hak durumundadır.

İşkence yaygın ve sistematik olarak uygulanmaktadır. Bu alanda hiçbir iyileşme gözlenmemektedir. İşkencenin önlenmesi için kesin siyasi irade ve kararlılık gerekmektedir. Konu ile ilgili olarak insan hakları kuruluşlarının önerileri ciddiyetle ele alınmamaktadır. İşkence ile ilgili olarak çalışmaları bulunan kişi ve kuruluşlara baskılar uygulanmaktadır. Örneğin Adli Tıp alanındaki çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Şebnen Korur Fincan'cı hakkında soruşturmalar açılabilmektedir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın Diyarbakır temsilciliği polis baskısına maruz bırakılmış, dava açılmıştır. İşkenceye maruz kalan üç yüzün üzerindeki mağdurların hekimle aralarında sır olarak kalması gereken bilgilere polis el koymuştur. Yurttaşların işkence gördüğünün kanıtlarını taşıyan bu belgeler karşısında cumhuriyet savcıları dava açmaları gerekirken, Vakıf hakkında dava açma yoluna gidilebilmiştir. Bu yılın Ocak ayında İHD Genel Sekreteri, Bingöl emniyetinde işkence gördüğünü ifade eden bir kişinin başvurusunu İçişleri Bakanı'na iletmiştir. Genel Sekreterin o anda emniyette bulunan ve başvurucunun işkence görmekte olduğunu bildirdiği üç kişinin işkenceye maruz kalmaması için önlem alınmasını isteyen dilekçesi, Cumhuriyet Savcısının İHD Genel Başkanı ve Genel Sekreteri aleyhine emniyet kuvvetlerine iftira atma suçuna dönüşmüştür. Bu tür yaklaşımlarla işkence önlenemez.

Sayın Başkan,

F Tipi cezaevlerinde iki yılı aşkın bir süredir ölüm oruçları sürmektedir. 19 Aralık 2000 tarihinde 20 cezaevine yapılan operasyonda yaşamını yitiren ikisi asker 32 kişi dahil toplam 106 kişi yaşamını yitirmiştir.

F tipi cezaevlerinde tecrit koşulları devam etmektedir. İHD tecriti bir tür işkence yöntemi olarak değerlendirmektedir. Tutukluların kendi kendilerini tecrit ettiği yolundaki artık ezberlediğimiz ve hiçbir inandırıcılığı bulunmayan açıklamalar duymak istemiyoruz. Bu sorunun çözümü için TBMM iradesinin ortaya konmasını istiyoruz. Tecritin ortadan kaldırılması inanıyoruz ki, ölüm oruçlarının da sona ermesi sonucunu doğuracaktır.

İHD, savaşa karşıdır. Barış savunucusu bir örgüttür. Hem dünyada hem de ülkemizde barışın egemen olmasını istiyoruz. ABD'nin çok açık bir biçimde petrol ve yeni nüfuz alanları yaratma savaşı diye nitelendirilebilecek Irak'a yönelik savaşına engel olunmalıdır. Türkiye bunu başarabilir. Türkiye'nin savaşın tarafı durumuna gelmesine de karşıyız. Ülkemizin hava ve deniz limanlarının ABD'ye açılmasına da karşıyız. ABD'nin Türkiye'de askerlerini konuşlandırmasına da karşıyız. TBMM'nin olaya el koymasını istiyoruz. Türkiye baskı altına alınmak ve savaşa sürüklenmekle karşı karşıyadır. Böyle bir kuşatma ancak TBMM iradesi ile halkın iradesinin birleşmesi sonucu aşılabilir. Türkiye halkı, onurlu bir halktır. Onurumuza sahip çıkılmasını istiyoruz.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin 54. yılında size en içten duygularımızla saygılarımızı sunarız.

İnsan Hakları Derneği
Genel Yönetim Kurulu adına
Hüsnü Öndül
Genel Başkan

Bir cevap yazın