Siyasal iktidarın kendi siyasal ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmek istediği yargının üst yapısı adaleti unuttu. Tabii siyasal iktidarı da.
Yargıtay’ın CMK 102. madde ile ilgili yorumu çağdaş ceza muhakemesi ilkelerine açıkça aykırı olup, tutuklamanın bir peşin infaza dönüşmesi sonucuna yol açacak kadar tehlikelidir.
Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dayalı çağdaş ceza hukuku ilkelerini yaşama geçirecek gerçek anlamda tarafsız ve bağımsız bir yargı yapısı oluşturulamamıştır. Esasen Türkiye’de yargı hiçbir zaman üçüncü kuvvet olarak görülmemiştir. Her zaman yürütme organının denetimi altında kalmıştır ya da bağımsız olmaması için denetim altında tutulmuştur. Bugün yaşadığımız bu kaos ortamından siyasal iktidarlar sorumludur.
AB uyum sürecinde, 2004 yılında çıkarılan yeni ceza mevzuatı bir bütün olarak incelendiğinde eskinin baskıcı devlet politikaları ile yeninin özgürlükçü anlayışının bir arada götürülmeye çalışıldığı bir melez sistem kurulmuştur. Bu melez sistem, 2005 TCK ve CMK değişiklikleri, 2006 TMY değişiklikleri ile baskıcı devlet politikalarının daha ağır bastığı bir noktaya doğru gitmiştir. Bu sistemin ana özellikleri esasen şu’dur;
1- Düşünceyi ifade özgürlüğü cezalandırılmaktadır. TCK 134, 214, 215, 216, 217, 218, 220 / 6,7,8, 222, 277, 285, 288 300, 301, 305, 314/3, 318 ve 341 maddeleri, TMY derhal kaldırılmalıdır. 2911 sayılı kanun başta olmak üzere Kabahatler Kanunu, dernekler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Basın Kanunu gibi birçok kanunda derhal çağdaş ceza hukukuna uygun düzenlemeler yapılmalıdır.
2- Şiddete başvuranla başvurmayan arasında ayrım yapılmayarak tüm yurttaşlar yargı baskısı altına alınabilmektedir. Örneğin; TCK 220/6,7,8 TCK 314/3, TMY 2. madde derhal kaldırılmalıdır.
3- Ceza Muhakemesi Kanunu tamamen sorunlu bir kanundur.
a) CMK 250,251 ve 252 ile eski DGM’ler olduğu gibi korunmuştur. Anayasal dayanak olmadığı halde olağanüstü yargı yetkisi kullanan bu merciler derhal kapatılmalıdır.
b) Soruşturma usulleri hukuk dışılığı teşvik etmektedir. Gizli tanık, teknik takip, telefon dinlemeler hukuka aykırı bir şekilde yapılmakta, tüm önemli iddianameler bunlara dayandırılmaktadır. Delilden sanığa değil, sanık dinlenerek ya da takip edilerek delile gidilmeye çalışılmaktadır. Sanıklara “ben seni itham ediyorum, suçsuz isen suçsuzluğuna dair delil getir” anlayışı özel yetkili ağır ceza mahkemelerine yerleştirilmeye çalışılmakta, delil ile ilgili en önemli kural ters yüz edilmektedir. Kamuoyuna mal olmuş bütün davalarda bu tutum görülmektedir. Özellikle Diyarbakır’da devam eden Kürtler’e yönelik KCK suçlaması davasında bu yönteme başvurulmuştur.
c) Adli kolluk çağdaş anlamdaki tanımıyla kurulmalıdır. Siyasal iktidarın soruşturmalardaki hâkimiyetine son verilmelidir.
d) Tutuklama rejimi çok ağırdır. CMK 100. maddede katalog suç tanımı getirilmiş ve bu suçlarla suçlanan herkesin tutuklanma koşullarının var sayılabileceği kabul edilerek, adeta yargıçlara “tutuklayın” talimatı verilmiştir. Böylesi ağır bir tutuklama rejiminin sonucu olarak cezaevlerindeki mahpusların %47’si tutuklu durumdadır. Bu oran %60’tan %47’ye daha yeni düşmüştür. Kanun koyucu tutuklama rejiminin ağırlığını kabul etmiş olacak ki, 102. maddede tutuklama süreleri ile ilgili üst sınır getirmiştir. Bu üst sınır belirlenirken ağır ceza mahkemeleri ile özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemeleri arasında ayrım yapılmıştır. Bu ayrım bize şunu göstermektedir; Siyasal iktidar açısından kişilere karşı işlenen suçlar daha az önemdedir. Ancak devletin güvenliğine, anayasal düzene, milli savunmaya ve devlet sırlarına karşı işlenen suçlar daha çok önemlidir. Bu da yeni CMK’nın bu yönüyle eskisinden bir farkı olmadığını, bireyi değil devleti önemsediğini ortaya koymaktadır. Örneğin; 5 kişiyi öldüren bir kişi için tutuklama üst sınırı 5 yıl olarak belirlenirken, düşüncelerini ifade edip örgütlenme özgürlüğünü kullanan ancak devlete karşı suç işlemekle itham edilen insan hakları savunucuları, gazeteciler, öğretim üyeleri, siyasetçiler, belediye başkanları, sendikacılar ve öğrenciler için tutuklama üst sınırı 10 yıl olarak belirlendi. Bu örnek siyasal iktidarın yasa yaparken adalet anlayışını çok net olarak ortaya koymaktadır.
4-CMK’da, ceza infaz kanununda Adli Tıp Kurumu ile ilgili düzenlemeler sorunludur. Adli Tıp Kurumu adeta bilirkişi tekeli olarak yargıyı çalışamaz hale getirmiş, birçok kararı ile mahpusların cezaevlerinde ölüme terk edilmesine sebep olmuştur. Adli Tıp Kurumu’nun bilirkişi tekeline son verilmeli, başta üniversiteler olmak üzere eğitim ve araştırma hastanelerine de görev ve sorumluluklar verilmelidir.
5- Yargılamaların hızlı yapılabilmesi ile ilgili Bölge Adliye Mahkemeleri düzenlemesi yaşama geçmemiştir. Türkiye’deki sorunun bir başka boyutu, artan nüfusa oranla hâkim ve savcı sayısının yetersizliği, mahkemelerin yetersizliği ve özellikle temyiz mahkemelerinin daire sayısının azlığı sorunudur. Bu sorunların giderilmesinde çeşitli radikal tedbirler alınabilir. HSYK ikiye ayrılıp Hâkimler ve Savcılar Kurulu ayı ayrı oluşturulmalı, bu kurullar üzerindeki Adalet Bakanlığı vesayeti sona erdirilmeli, mesleğe girişte Adalet Bakanlığı etkisi tamamen kaldırılmalı, toplumsal ve sosyal yaşamı öğrenmek amacıyla ya ikinci üniversiteyi bitiren ya da en az 5 yıllık avukatlık yapanlar arasından hâkim ve savcılar mesleğe kabul edilmelidir.
Tutuklama Sorunu İle İlgili Çözüme Dair
Öncelikle belirtmek gerekir ki, yeni CMK’nın 01.12.2004 tarihli Adalet Komisyonu raporunun başta Yargıtay üyeleri yargıçlar olmak üzere herkes tarafından dikkatlice okunması gerekmektedir. Komisyon raporu çağdaş ceza muhakemesi ilkelerini anlatmaktadır. Uygulamanın bu ilkelere uygun olarak yapılması gerektiğinden bahsedilmektedir. Ancak komisyon raporuna rağmen CMK maddelerinde yukarıda sıraladığımız uygulamada ağır sonuçlara neden olan hukuka aykırı düzenlemeler bulunmaktadır. Bu da maalesef Türkiye’nin bir başka gerçekliğidir.
Nedir Çağdaş Ceza Muhakemesi İlkeleri?
1- Adalet Komisyonu raporuna göre, Ceza Muhakemesi Hukukunun ve bunun ifadesini oluşturan ana kanunun temel amacı “insan hakları ihlallerine yol açmadan gerçeğe ulaşmaktır” Bunun için kanun savcının gözetiminde delilden sanığa gidebilen bir adli kolluk sisteminin oluşturulmasını ve ülkemizde adil yargılama ilkesinin gerçekleştirilmesini amaçlamaktadır. Yani çağdaş anlamda bir adli kolluk kurulmalıdır.
2- Adalet Komisyonu raporunda Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uyulması gerektiği sık sık vurgulanmıştır. Dolayısıyla AİHM içtihatları Türkiye açısından ve özellikle yargı açısından bağlayıcı olmalıdır.
3- Adalet Komisyonu raporunda çağdaş hukuk sistemi bütününün temelini hukuk devletinin oluşturduğunu, hukuk devletinin bir başka yönünün ise eylem ve işlemlerinde ölçülü davranan devlet olması gerektiği belirtilmiştir. Yani suç ve cezada ölçülülük ilkesine uyulmalıdır. Taş atan çocuğa 4 ayrı suçlamadan en az 10 yıl hapis cezası verilmemelidir. Türkiye bu garabetten kurtulmalıdır.
4- Adalet Komisyonu işkence yasağını mutlak olarak kabul etmiş bağlayıcı bir hukuki değer olan insan haysiyetinden vazgeçmenin mümkün olmadığını açıkça ifade etmiştir. Dolayısıyla insan haysiyetine aykırı yollarla delil elde edilmesi mutlak surette yasaklanmıştır. Susma hakkının sanığın aleyhine yorumlanamayacağı açıkça ifade edilmiştir.
5- Adil Yargılanma Hakkının Hukuk Devleti İlkesinin bir gereği olduğu ifade edilmiştir. Ceza Muhakemesi işlemlerinin irade serbestîsini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan yollara sapılmaksızın yapılması gerektiği ifade edilmiştir. İddia ve savunma makamları arasında “silahların eşitliği” ana kuralına uyulması gerektiği belirtilmiştir.
6- Adalet Komisyonu her hukuk devletinde kabul edilen ve masumluk karinesi ile sıkı bir ilgisi bulunan “Şüpheden Sanık Yararlanır” İlkesi’ne göre yapılan ceza muhakemesinin sonunda fiilin sanık tarafından işlendiği %100 açıklığa ulaşmadığı takdirde, mahkûmiyet kararı verilemeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Böyle bir ilkenin kabul edilmesinin sebebinin ise “bin suçlunun cezasız kalmasının bir masumun mahkûm olmasına tercih edilmesi” olduğu yani başka bir ifadeyle ‘Masumluk Karinesi’dir.
7- Adalet Komisyonu, her demokratik hukuk devletinde fertlerin maddi ve manevi varlıklarını istedikleri gibi geliştirip şekillendirebilecekleri hür bir hayat alanı tanıyacağını ifade etmiştir. Yani özgürlüklerden yana bir tutum takınılması gerektiği ifade edilmiştir.
8- Adalet Komisyonu ayrıca Ceza Muhakemesi İlkeleri olarak Çabukluk İlkesi’ni, Kovuşturmanın Resmiliği İlkesi’ni, Delillerin Serbest Değerlendirilmesi İlkesi’ni ve Delillerin Serbestliği İlkesi’ni önemli ilkeler arasında saymıştır.
9- Adalet Komisyonu tutuklamanın istisna olduğunu sadece bir tedbir olarak uygulanması gerektiğini masumluk karinesine mutlaka uyulması gerektiğini, ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesini, suçların ve cezaların kanuniliği ilkesini, olağan hâkim tarafından yargılanma hakkını açıkça ifade etmiştir.
10- Adalet Komisyonu önceki usul yasasındaki eksikliklere değinmiş ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce saptanan koşullara uyulması gerektiğini sık sık hatırlatmıştır.
Adalet Komisyonu’nun yukarıda kısa bir özet olarak değindiğimiz raporunda belirtilen çağdaş ceza hukuku ve ceza muhakemesi ilkeleri maalesef yaşama geçmemiştir. Adil yargılanma hakkı Türkiye’de hala en büyük problem olarak orta yerde durmaktadır.
Tutuklama ile ilgili sürelerin yorumu masumluk karinesine (şüpheden sanık yararlanır ilkesi), yargılamanın çabukluğu ilkesine, tutuklamanın tedbir olması ilkesine açıkça aykırıdır. Yargıtay iş yükünü bahane ederek tutuklama ile ilgili CMK 102. maddeyi sanıklar aleyhine yorumlamamalıdır. Sorun çağdaş ceza muhakemesi ilkelerine uyulmaması sorunudur. Bu sorunun çözecek olan siyasal iktidardır. Siyasal iktidar derhal AİHM içtihatlarına uygun yeni bir düzenleme yapmalı, yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almalıdır.
Öztürk Türkdoğan
İHD GENEL BAŞKANI